Üstünlüğün, sürekli gözetilmesi durumunda;
insan olmanın, iyi insan olmanın temel gerekliliklerini çiğneyerek, üstünlük
hissine süreklilik kazandırma tutkusundan söz ediyorsak, bireyin kendi
varoluşuna dair yansılar almasının başka yolunu bulamamış olmasından da söz
ediyor olabiliriz. Bu durumda üstün olma halinin, başkalarının aşağı olmasına
bağlanabildiğinden ve başkalarını aşağı görme, onları aşağı varlıklar olarak
algılama ve değerlendirme alışkanlığından söz ediyoruz demektir. Birçok
insanın, farklı nitelikleriyle muhakkak birbirine üstünlük sağlayacağını
düşünürsek; bunu sürdürebilmenin, sürekli başkalarından üstün kalma çabasını
yürütmenin ne denli zor olabileceğini tahayyül edebiliriz. Üstünlük tutkusunun
bireysel doyuma çok çarpık ve sapkın biçimlerde hizmet edebildiğini biliyoruz.
Kişinin, nedenini bilmediği yıkıcı ve yok edici davranışlarla çevresine zarar
vermek pahasına kendi varlığının bir takım yansımalarını yaratmasının mümkün
olduğunu biliyoruz. Varlığını ancak başkalarının acılarıyla duyumsayabilen,
aslında süreğen bir ıstırap içinde yaşamakta olan ruhlar olduğunu da biliyoruz
Birçok bakımdan yakın görünen
bu iki kavramı önce ayrı, ayrı tanımlamayı; sonra özel bir bağlamda neye işaret
edebileceklerini tartışıp, konuyu sınırlandırmayı; ardından da bu iki kavramı
birbiriyle ilişkilendirmeyi deneyeceğim.
Üstünlük, her şeyden önce bir
karşılaştırma deneyimini anlatır. Ele aldığım bağlamda insanın kendi
varoluşunun, başkalarının varoluşu ile karşılaştırılması anlamına gelir.
Varoluş, birçok başka tartışmada da olduğu gibi iyi bir başlangıç noktası
olabilir. Peki; varoluşu, birey nasıl tanımlar?
|
Üstünlük tutkusu, mutlaka güç kavramı ile birliktedir |
Varlık hissi ya da varoluş hissi; yani bireysel
varlığın ortaya konması, insanın kendi benliğini doğadaki yansımalardan
yararlanarak, yine kendine döndürmesi yoluyla gerçekleşir. Başka bir deyişle bu
süreci herhangi bir yöntemle işletemeyen kimseler, varlık bilincine
yaklaşamazlar ve tanımlayamayacakları; nedenini bilemeyecekleri bir sıkıntıyla
ömürlerini sürdürürler. Belki de tamamlarlar.
İnsan, tesadüfi olaylarla
varoluş hazzını tadacak olur ve bu tesadüfi sürecin getirisini analiz etme
yetisini geliştirebilirse; bunun sürdürülebilirliği ile ilgili düşünmeye
başlar; hatta bazı çıkarımlarda bulunur. Üstünlük tutkusu, bu süreçlerden
doğabilecek çeşitli birçok olgudan biridir. Aslına bakılırsa, üstünlüğe dayalı
doyum arayışı, varoluşun doyurucu hissine götüren süreçler arasında en zor
olanlarından da biridir. Çünkü bir başkasının varoluşu ile karşılaştırmalar
yapmaya; başkalarının benliği karşısında insanın kendinde üstün nitelikler
görmesine ve bu niteliklerini olabildiğince sergilemesine dayanır. Göstermek
zorundadır çünkü ancak bu sayede bir takım yansımalar alabilecek; ancak bu
sayede kendi varlığı ve etkinliği ile çevresinde bıraktığı etkiyi algılayıp,
değerlendirebilecektir. Şöyle de söyleyebiliriz; kimseye göstermediğimiz bir üstünlüğümüzün
insanlar için olsun, kendimiz için olsun; hiçbir anlamı yoktur.
Bu şekilde tarif ettiğimde
kavrama olumsuz bir yaklaşım getiremiyorum. Çünkü tarif edilen süreç, son
derece insani bir ihtiyacı tanımlıyor ve bu konuda alternatif olabilecek birçok
yönteme göre “üstün”; yani, olumlu diyebileceğimiz insani nitelikler üzerinden
işliyor.
Elbette, üstünlük tutkusunun
olumsuz bir içerik kazanması mümkün. Üstünlüğün, sürekli gözetilmesi durumunda;
insan olmanın, iyi insan olmanın temel gerekliliklerini çiğneyerek, üstünlük
hissine süreklilik kazandırma tutkusundan söz ediyorsak, bireyin kendi
varoluşuna dair yansılar almasının başka yolunu bulamamış olmasından da söz
ediyor olabiliriz.
Bu durumda üstün olma halinin, başkalarının aşağı olmasına
bağlanabildiğinden ve başkalarını aşağı görme, onları aşağı varlıklar olarak
algılama ve değerlendirme alışkanlığından söz ediyoruz demektir.
|
Başladıktan sonra bitmeyen ıstırap |
Birçok
insanın, farklı nitelikleriyle muhakkak birbirine üstünlük sağlayacağını
düşünürsek; bunu sürdürebilmenin, sürekli başkalarından üstün kalma çabasını
yürütmenin ne denli zor olabileceğini tahayyül edebiliriz.
Üstünlük tutkusunun
bireysel doyuma çok çarpık ve sapkın biçimlerde hizmet edebildiğini biliyoruz.
Kişinin, nedenini bilmediği yıkıcı ve yok edici davranışlarla çevresine zarar
vermek pahasına kendi varlığının bir takım yansımalarını yaratmasının mümkün
olduğunu biliyoruz. Varlığını ancak başkalarının acılarıyla duyumsayabilen,
aslında süreğen bir ıstırap içinde yaşamakta olan ruhlar olduğunu da biliyoruz.
Burada üstünlük tutkusu diye
andığımız kavramı bazı psikologlar, üstünlük kompleksi diye adlandırıyor ve
gerçekte geri planda kalmış bir aşağılık kompleksine bağlıyorlar. Bu uzmanlara
göre üstünlük kompleksiyle yaşayan bireyin, kendisinin mükemmel olduğu inancı
vardır ve bu inanç, kendisiyle ilgili başa çıkamadığı ya da başa çıkmayı
bütünüyle ertelediği bazı kanaatlerine dayanır. Bazı uzmanlar da üstünlük
kompleksinin çocukluk dönemine dayanan bir geçmişi olabileceğini savlıyorlar.
Bu uzmanların savına göre üstünlük kompleksi, erken yaşlarda başlayan “kendini
özel hissetme” halinin ilerleyen yaşa ve pek çok “üstün” insanı tanıma
fırsatına rağmen olanca yoğunluğuyla devam etmesinin bir sonucudur. Bunun
nedeni bireyin başka doygunluk mekanizmaları geliştirmede yetersiz kalması
olabilir. Psikolojinin önerdiklerine bakarsak, üstünlük kompleksi bir
doygunluk, bir tatmin arayışıdır ve çoğu zaman bireyin çevresindekileri
hırpalamasına ya da daha talihsiz biçimde, kendini hırpalamasına neden olur.
İhtiras
İhtiras insanlık deneyiminin
ateşleyicisidir. İnsana dair bütün güzellikleri, ihtiraslı insanlar
gerçekleştirdi. İhtiras, yetersizlikle birlikte olmadığı sürece evrensel
mutluluğa giden yolumuzu aydınlattı ve aydınlatmaya devam edecek.
Yetersiz olma hali ile
ihtiras kavramının ilişkisini iki türlü kuruyorum. Birincisi şöyle: insan
ancak, yaşadığı ortamı, düşlediği gelecekle ilgili, yetersiz buluyorsa ihtiras
sahibi olur. Hiçbir eksiklik veya ihtiyaç duymayan kimselerin ihtiraslı
olması beklenemez.
İkincisi de şöyle: insan
hayatını değiştirmek isteyebilir ve bunu bir ihtiras haline dönüştürebilir.
Ancak yaşamı değiştirmek konusunda kendi benliği yetersiz kalabilir. Bu durumda olumlayabileceğimiz
biçimde, kendi yetersizliklerini giderme yoluna gidebilir. Ya da
yetersizliğinin yeterince farkında değildir, hatta mükemmel olduğu inancına
sahiptir.
Burada, kifayetli
muhterislerle ilgili bir derdim olmadığı için; dünyayı, insanlığın onurlu
serüveni karşısında yetersiz bulan insanların deneyimlerinden söz etmeyeceğim. Başta
da hatırladığım gibi birçoğunun yaşadığını ve dünyayı, kendilerinden önceki
halinden daha güzel bir yer haline getirdiklerini biliyoruz. Aksi durumdaki
insanların ise tarihimizde hangi tarifsiz acılara ve tanımsız felaketlere neden
olduklarını biliyoruz.
Buraya kadar tartıştıklarım,
neresinden dolaşırsak dolaşalım, bizi insanın kendini tanımasıyla ilgili
sorunsala götürüyor.
Varlığımı nasıl ifade
edebilirim? Yaşamaktan ne yaparsam haz alabilirim? Hazzımı, aldığım doyumu
insanlarla nasıl ve hangi yöntemlerle paylaşabilirim? İnsanlar, evrende
bıraktığım ve bırakacağım izlerle ne kadar ilgilenecekler? Bütün bu süreçleri,
ruhumu besleyebilecek şekilde idare edebilecek miyim? İyiyi ve güzeli yeniden
üretmeye yarayacak yolları bulabilecek miyim? Bütün bu süreçleri yaşarken,
başka insanların maceralarına neler katacağım?
Daha kestirme bir soruyla
devam edeyim: Ben kimim? Kim olacağım?
Birçok felsefi öğretinin
başlangıç sorusunu, bu tartışmada da hatırlamış olduk. Kişinin kendini tanımaya
yönelik çabası, bir çok felsefi tartışmada olduğu gibi üstünlük ve ihtiras
kavramları bağlamında da sağaltıcı sonuçlara götürebilir.
İnsanlığın ortak aklı genel
olarak, insanın çevresini saran dünyayla boğuşmaya başlamadan önce kendine
dönmesini (ya da ne zaman akıl edebildiyse, o zaman kendine dönmesini!); kendini
sürekli yenilediği ve yinelediği bir çabayla tanımasını ve bireysel doyum da
alabileceği şekilde, kendini ifade etmesini öneriyor.
Kendini iyi ifade edebilen
kişi, düşünceleriyle baş başa kalmaktan kurtulur. Kendini güzel ifade edebilen
kişi, üstünlük gösterdiği özelliklerini başka insanların da yararına sergileme
imkanı bulur.
İhtirasların, hastalıklı
saplantılar haline gelmesi, yalnız kalan ve kendini yeterince ifade edemeyen
kimseler için son derece kolay ve mümkündür. Yalnız kalan insan, etrafında olup
bitenlerle ilgili değerlendirmeleri tek başına yapar. Yalnız kimseler, kendi
düşünceleriyle baş başadır ve bunlar arasında en akılcı olana ikna oluverirler.
Takdir edersiniz ki böyle bir durum, insanı; ne kadar çeşitlenirse, çeşitlensin
aynı kaynaktan akan düşünceler arasındaki en iyi (!) seçeneğe götürür. Bu en
iyi seçenek de genellikle kolayca rasyonalize edilmiş, sarılıp sarmalanarak,
darbelere dayanıklı hale getirilmiş kalıp inanışlara dönüşmüştür.
|
Yalnız insan yalnız düşünür |
Böyleyse eğer, insan yalnız
kalmamalıdır. Tabi, bazen öyle zannedilir ama kişinin başka insanlarla bir
araya gelmesi, maalesef yalnızlığı tek başına önleyebilen bir durum değil. Her
bireyin kendisini başkaları karşısında olabildiğince özgür biçimde ifade
edebilmesi, başkalarına saygı duyması, başkalarını sevebilmesi ve başkalarını
dinleyebilmesi bu sürecin vazgeçilmez gereklerindendir.
Peki, insan nasıl olur da
kendisini özgürce ifade edebilir?
İyi ve düzgün ifade etmesinin gerekliliğini
bir an için kenara koyabilmeyi dileyerek şunu söyleyeceğim; en içten anlatılar
sorumsuzluk hissiyle yapılanlardır. Yani yargılanmaktan korkmadan, anlayış
hatta belki şefkat göreceğinden emin olarak.
Bunun için 'anlatabildiğimiz' insanları hep ayrı bir yere koyarız. Herkes bir yana, o bir yanadır, hep.
Böyle kimseleri olmayanlara ne yazık!...
Genellikle de gündelik hayatın sıradan ve gündelik sorgu
alışkanlıklarından sıyrıldığımız felaket anlarında, yıkılış ve düşüş
durumlarında, dibe vurmuşluğumuza denk gelen hallerde en samimi, en
içten anlatılar dökülür ağzımızdan. Çünkü, daha kötüsüne yol açabilecek bir ifşaatımız olamayacağına inanırız, böyle hallerde. Özgürleşiriz (!)... Oysa, anlatabilmek için dibe vurmak
zorunda olmasak, ne iyi değil mi!...
Böyle yapabilsek ve doyurmakta zorluk çektiğimiz açlıklarımızı, 'Faydalanmak isteyebilirler mi?' diye düşünmeden, 'Yaralanır mıyım?' diye hesabetmeden insanlara özgürce itiraf edebilsek... Ne güzel olurdu!
Muhtemelen, “alabildiğine
idealize ettiğimi” düşünüyorsunuz; haklısınız. Hiçbir zaman mümkün olmayacak
bir süreci tarif ettim, belki. Ama zaten bu, nereye varacağını asla kestiremeyeceğimiz
bir yolculuk değil mi? Olabildiği kadarını deneyemez miyiz? Ödülü muhtemel çok büyük olan bir seçenek olarak, elbette deneyebiliriz. Üstelik bu konuda engin bir insanlık tecrübesi var önümüzde.
Edebiyatın, sanatın ve bütün blogların temel motivasyonu bu değil mi!...