12 Ağustos 2012 Pazar

Jargon, siyaset, propaganda

Merkezi otoriteye dayanan örgütlenmelerde göz ardı edilmemesi gereken bir problem var; jargon.

Jargon’un sözlüklerde anılan muhtelif karşılıkları arasından bazılarını sayalım: Aynı meslek veya topluluktaki insanların ortak dilden ayrı olarak kullandıkları özel dil veya söz dağarcığı (TDK); Dar bir çerçeveye özgü dil; Argo; Gündelik mesleki veya yöresel dil...

Merkezi otorite ile yönetilen yapılanmalarda en önemli unsurlardan biri jargondur. Jargonu diğer bütün jargonlardan ayıracak belli köşe taşları oluşturmak; kavramlar geliştirmek; mevcut kavramları manipüle etmek, özgün bir dil oluşturmak çok önemlidir. Bu dil sayesinde teşkilatın söylediği her şey, kendiliğinden onaylanmış olur. Bir defa sağlam bir jargon geliştirdiyseniz; bir süre sonra hata yapsanız veya yanlış ifadeler kullansanız bile söyleminizin işaret ettiği alışıldık bir anlam vardır ve söyledikleriniz doğrudan o anlamı işaret eder. Ki genellikle kalıplaşmış ve ezberlenmiş propaganda argümanları dışında bir şey söyleyen, bağımsızca konuşan kimse kalmaz, zaman içinde. Bu kapalı devre dil sistemi, bir dizi disiplin sorununu da sistematik şekilde aşmanızı sağlar. Oluşturduğunuz dil, bir süre sonra birbirini tanımanın, ayırt etmenin kodu haline gelir. Dilinizin işlevleri de bu yönde değişmeye başlar ama bireylerin artık bu süreci şekillendirmesi imkânsızlaşır. Siyasi jargonun amacı, çeşitli argümanlarla kıskıvrak yakaladığı insanları, dil ile tutsak etmektir. Bu türden örgütlenmelerin yayın organları, jargonu ve jargon sayesinde nasıl bir iletişim süreci üretildiğini görme şansı verirler.

Bu meselenin siyasi bir sahibi olmadığını belirtmekte fayda var. Merkezi otoriteye dayanan bütün yapılanmalarda özgün jargon oluşturma çabasını görürsünüz. Hatta bazı ticari işletmelerde bile! 

Jargon, bir gün bir takım devrimciler ortaya çıkıp işleri değiştirene kadar, o örgütü teslim alır. Belli bir jargonla konuşmaya başladığınızda, kullandığınız jargon başkaları için de aynı işlev üzerinden görev yapar. Tartışmak ve anlaşmak imkânsız hale gelir çünkü kullandığınız dil size özgüdür ve başkalarını, henüz konuşmaya başladığınız anda, dışlamış olursunuz. Siz, örneğin sivil haklardan bahsederken, karşınızdaki kişinin bundan ne anladığını, asla bilemez hale gelmişsinizdir. Yahut biri ‘demokratik örgütlenme’ diyor diyelim; sizin jargonunuzun demokratik sözü için önerdiği karşılık, bambaşkadır ve maalesef anlaşamazsınız. Siyasi jargon manipüle etme derdinde değildir. Jargon daha ziyade ve manipülasyona mahal bırakmayacak şekilde, topyekün bir iddianın dilidir. Bu konuda karşı karşıya gelip de birbirinin neden bahsettiğini bile anlamadan saatler geçiren tarafları konuk etmiş TV yayınlarını hatırlayın!…

Bir kavram başka başka zümrelerin dilinde başka başka anlamlar kazanırsa, o kavram zaman içinde ölür. Çünkü o kavramı kullanmaktan imtina eden farklı zümrelerden kalabalıklar oluşur. Öte yandan bir kavrama hayat veren şey, onun alabildiğine çok sayıda insan tarafından ortak anlamıyla kullanılabiliyor olmasıdır. 

Kavramların siyasi amaçlarla iğdiş edilmesine örnek verebileceğimiz ilginç bir olayı hatırlayalım. 2000 yılında cezaevlerine yönelik düzenlenen ve kamuoyuna "Hayata Dönüş Operasyonu" adıyla lanse edilen operasyonların asıl adının "Tufan" olduğunu yıllar sonra öğrenmiştik. Oniki siyasi mahkumun korkunç şekilde (bazı mahkumların, hala ne olduğunu öğrenemediğimiz bazı kimyasal maddelerle yakılarak...) öldürüldüğü operasyonun adının "Hayata Dönüş" olarak lanse edilmesini manidar bulmak ve ona göre değerlendirmek gerekir. 

Gerçek adının TUFAN olduğunu sonradan öğrendiğimiz Hayata Dönüş Operasyonu

Tam bu noktada meselemizi, kültürel çeşitlilik ve kültürel kimlik tartışmalarıyla karıştırmamayı öneriyorum. Çünkü hangi sözcüğün kimin etnik-kültürel varlığından sayılacağı, hangi kavramın ’kimlere’ ait olduğu ve kimin neyi kabul etmek zorunda olduğu gibi sorularla karşı karşıya kalırsınız. Ki bu sorular asla bilimin konusu olamazlar ve cevaplamanız imkânsızdır. Bu konu, olsa olsa çeviri çalışmalarının konusu olabilir.

Bir de özellikle siyasi örgütlenmeleri kastederek söylemek istiyorum; siyasi bir jargon geliştirmek ve o jargona dayalı bir dil oluşturmak propaganda süreçlerini de tıkar. Siyasi partilerin yayın organlarını düşünelim; genellikle dergiyi yayına hazırlayan insanlar ve bir grup partili dışında pek fazla okuyucuları yoktur. Peki, benim gibi düşünenler dışında kimsenin okumadığı bir yayınla ne kazanacağım? Bu yayınlar kapalı devre TV yayınlarıyla aynı işi görürler. Ancak bu işi görürler. 

Peki, bunları sıraladıktan sonra ne önerebiliriz?

Diyorum ki, edebiyatla iştigal etmek lazım. Okumak, başta Türkçe edebiyat olmak üzere ve çevrilmiş ise iyi çevrilmiş olanı seçerek, edebiyat okumak gerek.
Yaşayan dil oradadır; yaşayan ve gelişen, canlılığını arttıran, zenginleşen, hayatı büyüten, ölümü ve karanlığı hak ettiği yere iteleyen şey edebiyattır. Edebiyat derken iyisini kötüsünden ayırmak üzere kavgalar edelim, elbette! İyi olan kazansın! İyi edebiyatın öğreteceği dil; sağda veya solda, aptalca veya dahice kurgulanmış tüm jargonların siyaset arenasındaki faşizan hükümdarlıklarını yıkacaktır.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Üstünlük tutkusu ve ihtiras


Üstünlüğün, sürekli gözetilmesi durumunda; insan olmanın, iyi insan olmanın temel gerekliliklerini çiğneyerek, üstünlük hissine süreklilik kazandırma tutkusundan söz ediyorsak, bireyin kendi varoluşuna dair yansılar almasının başka yolunu bulamamış olmasından da söz ediyor olabiliriz. Bu durumda üstün olma halinin, başkalarının aşağı olmasına bağlanabildiğinden ve başkalarını aşağı görme, onları aşağı varlıklar olarak algılama ve değerlendirme alışkanlığından söz ediyoruz demektir. Birçok insanın, farklı nitelikleriyle muhakkak birbirine üstünlük sağlayacağını düşünürsek; bunu sürdürebilmenin, sürekli başkalarından üstün kalma çabasını yürütmenin ne denli zor olabileceğini tahayyül edebiliriz. Üstünlük tutkusunun bireysel doyuma çok çarpık ve sapkın biçimlerde hizmet edebildiğini biliyoruz. Kişinin, nedenini bilmediği yıkıcı ve yok edici davranışlarla çevresine zarar vermek pahasına kendi varlığının bir takım yansımalarını yaratmasının mümkün olduğunu biliyoruz. Varlığını ancak başkalarının acılarıyla duyumsayabilen, aslında süreğen bir ıstırap içinde yaşamakta olan ruhlar olduğunu da biliyoruz 

Birçok bakımdan yakın görünen bu iki kavramı önce ayrı, ayrı tanımlamayı; sonra özel bir bağlamda neye işaret edebileceklerini tartışıp, konuyu sınırlandırmayı; ardından da bu iki kavramı birbiriyle ilişkilendirmeyi deneyeceğim.

Üstünlük, her şeyden önce bir karşılaştırma deneyimini anlatır. Ele aldığım bağlamda insanın kendi varoluşunun, başkalarının varoluşu ile karşılaştırılması anlamına gelir. Varoluş, birçok başka tartışmada da olduğu gibi iyi bir başlangıç noktası olabilir. Peki; varoluşu, birey nasıl tanımlar? 
Üstünlük tutkusu, mutlaka güç kavramı ile birliktedir
Varlık hissi ya da varoluş hissi; yani bireysel varlığın ortaya konması, insanın kendi benliğini doğadaki yansımalardan yararlanarak, yine kendine döndürmesi yoluyla gerçekleşir. Başka bir deyişle bu süreci herhangi bir yöntemle işletemeyen kimseler, varlık bilincine yaklaşamazlar ve tanımlayamayacakları; nedenini bilemeyecekleri bir sıkıntıyla ömürlerini sürdürürler. Belki de tamamlarlar.

İnsan, tesadüfi olaylarla varoluş hazzını tadacak olur ve bu tesadüfi sürecin getirisini analiz etme yetisini geliştirebilirse; bunun sürdürülebilirliği ile ilgili düşünmeye başlar; hatta bazı çıkarımlarda bulunur. Üstünlük tutkusu, bu süreçlerden doğabilecek çeşitli birçok olgudan biridir. Aslına bakılırsa, üstünlüğe dayalı doyum arayışı, varoluşun doyurucu hissine götüren süreçler arasında en zor olanlarından da biridir. Çünkü bir başkasının varoluşu ile karşılaştırmalar yapmaya; başkalarının benliği karşısında insanın kendinde üstün nitelikler görmesine ve bu niteliklerini olabildiğince sergilemesine dayanır. Göstermek zorundadır çünkü ancak bu sayede bir takım yansımalar alabilecek; ancak bu sayede kendi varlığı ve etkinliği ile çevresinde bıraktığı etkiyi algılayıp, değerlendirebilecektir. Şöyle de söyleyebiliriz; kimseye göstermediğimiz bir üstünlüğümüzün insanlar için olsun, kendimiz için olsun; hiçbir anlamı yoktur.

Bu şekilde tarif ettiğimde kavrama olumsuz bir yaklaşım getiremiyorum. Çünkü tarif edilen süreç, son derece insani bir ihtiyacı tanımlıyor ve bu konuda alternatif olabilecek birçok yönteme göre “üstün”; yani, olumlu diyebileceğimiz insani nitelikler üzerinden işliyor.

Elbette, üstünlük tutkusunun olumsuz bir içerik kazanması mümkün. Üstünlüğün, sürekli gözetilmesi durumunda; insan olmanın, iyi insan olmanın temel gerekliliklerini çiğneyerek, üstünlük hissine süreklilik kazandırma tutkusundan söz ediyorsak, bireyin kendi varoluşuna dair yansılar almasının başka yolunu bulamamış olmasından da söz ediyor olabiliriz. 

Bu durumda üstün olma halinin, başkalarının aşağı olmasına bağlanabildiğinden ve başkalarını aşağı görme, onları aşağı varlıklar olarak algılama ve değerlendirme alışkanlığından söz ediyoruz demektir. 
Başladıktan sonra bitmeyen ıstırap

Birçok insanın, farklı nitelikleriyle muhakkak birbirine üstünlük sağlayacağını düşünürsek; bunu sürdürebilmenin, sürekli başkalarından üstün kalma çabasını yürütmenin ne denli zor olabileceğini tahayyül edebiliriz. 

Üstünlük tutkusunun bireysel doyuma çok çarpık ve sapkın biçimlerde hizmet edebildiğini biliyoruz. Kişinin, nedenini bilmediği yıkıcı ve yok edici davranışlarla çevresine zarar vermek pahasına kendi varlığının bir takım yansımalarını yaratmasının mümkün olduğunu biliyoruz. Varlığını ancak başkalarının acılarıyla duyumsayabilen, aslında süreğen bir ıstırap içinde yaşamakta olan ruhlar olduğunu da biliyoruz.

Burada üstünlük tutkusu diye andığımız kavramı bazı psikologlar, üstünlük kompleksi diye adlandırıyor ve gerçekte geri planda kalmış bir aşağılık kompleksine bağlıyorlar. Bu uzmanlara göre üstünlük kompleksiyle yaşayan bireyin, kendisinin mükemmel olduğu inancı vardır ve bu inanç, kendisiyle ilgili başa çıkamadığı ya da başa çıkmayı bütünüyle ertelediği bazı kanaatlerine dayanır. Bazı uzmanlar da üstünlük kompleksinin çocukluk dönemine dayanan bir geçmişi olabileceğini savlıyorlar. Bu uzmanların savına göre üstünlük kompleksi, erken yaşlarda başlayan “kendini özel hissetme” halinin ilerleyen yaşa ve pek çok “üstün” insanı tanıma fırsatına rağmen olanca yoğunluğuyla devam etmesinin bir sonucudur. Bunun nedeni bireyin başka doygunluk mekanizmaları geliştirmede yetersiz kalması olabilir. Psikolojinin önerdiklerine bakarsak, üstünlük kompleksi bir doygunluk, bir tatmin arayışıdır ve çoğu zaman bireyin çevresindekileri hırpalamasına ya da daha talihsiz biçimde, kendini hırpalamasına neden olur.

İhtiras
İhtiras insanlık deneyiminin ateşleyicisidir. İnsana dair bütün güzellikleri, ihtiraslı insanlar gerçekleştirdi. İhtiras, yetersizlikle birlikte olmadığı sürece evrensel mutluluğa giden yolumuzu aydınlattı ve aydınlatmaya devam edecek.

Yetersiz olma hali ile ihtiras kavramının ilişkisini iki türlü kuruyorum. Birincisi şöyle: insan ancak, yaşadığı ortamı, düşlediği gelecekle ilgili, yetersiz buluyorsa ihtiras sahibi olur. Hiçbir eksiklik veya ihtiyaç duymayan kimselerin ihtiraslı olması beklenemez.

İkincisi de şöyle: insan hayatını değiştirmek isteyebilir ve bunu bir ihtiras haline dönüştürebilir. Ancak yaşamı değiştirmek konusunda kendi benliği yetersiz kalabilir. Bu durumda olumlayabileceğimiz biçimde, kendi yetersizliklerini giderme yoluna gidebilir. Ya da yetersizliğinin yeterince farkında değildir, hatta mükemmel olduğu inancına sahiptir.

Burada, kifayetli muhterislerle ilgili bir derdim olmadığı için; dünyayı, insanlığın onurlu serüveni karşısında yetersiz bulan insanların deneyimlerinden söz etmeyeceğim. Başta da hatırladığım gibi birçoğunun yaşadığını ve dünyayı, kendilerinden önceki halinden daha güzel bir yer haline getirdiklerini biliyoruz. Aksi durumdaki insanların ise tarihimizde hangi tarifsiz acılara ve tanımsız felaketlere neden olduklarını biliyoruz. 

Buraya kadar tartıştıklarım, neresinden dolaşırsak dolaşalım, bizi insanın kendini tanımasıyla ilgili sorunsala götürüyor.

Varlığımı nasıl ifade edebilirim? Yaşamaktan ne yaparsam haz alabilirim? Hazzımı, aldığım doyumu insanlarla nasıl ve hangi yöntemlerle paylaşabilirim? İnsanlar, evrende bıraktığım ve bırakacağım izlerle ne kadar ilgilenecekler? Bütün bu süreçleri, ruhumu besleyebilecek şekilde idare edebilecek miyim? İyiyi ve güzeli yeniden üretmeye yarayacak yolları bulabilecek miyim? Bütün bu süreçleri yaşarken, başka insanların maceralarına neler katacağım? 

Daha kestirme bir soruyla devam edeyim: Ben kimim? Kim olacağım? 

Birçok felsefi öğretinin başlangıç sorusunu, bu tartışmada da hatırlamış olduk. Kişinin kendini tanımaya yönelik çabası, bir çok felsefi tartışmada olduğu gibi üstünlük ve ihtiras kavramları bağlamında da sağaltıcı sonuçlara götürebilir.

İnsanlığın ortak aklı genel olarak, insanın çevresini saran dünyayla boğuşmaya başlamadan önce kendine dönmesini (ya da ne zaman akıl edebildiyse, o zaman kendine dönmesini!); kendini sürekli yenilediği ve yinelediği bir çabayla tanımasını ve bireysel doyum da alabileceği şekilde, kendini ifade etmesini öneriyor.

Kendini iyi ifade edebilen kişi, düşünceleriyle baş başa kalmaktan kurtulur. Kendini güzel ifade edebilen kişi, üstünlük gösterdiği özelliklerini başka insanların da yararına sergileme imkanı bulur.

İhtirasların, hastalıklı saplantılar haline gelmesi, yalnız kalan ve kendini yeterince ifade edemeyen kimseler için son derece kolay ve mümkündür. Yalnız kalan insan, etrafında olup bitenlerle ilgili değerlendirmeleri tek başına yapar. Yalnız kimseler, kendi düşünceleriyle baş başadır ve bunlar arasında en akılcı olana ikna oluverirler. Takdir edersiniz ki böyle bir durum, insanı; ne kadar çeşitlenirse, çeşitlensin aynı kaynaktan akan düşünceler arasındaki en iyi (!) seçeneğe götürür. Bu en iyi seçenek de genellikle kolayca rasyonalize edilmiş, sarılıp sarmalanarak, darbelere dayanıklı hale getirilmiş kalıp inanışlara dönüşmüştür. 

Yalnız insan yalnız düşünür
Böyleyse eğer, insan yalnız kalmamalıdır. Tabi, bazen öyle zannedilir ama kişinin başka insanlarla bir araya gelmesi, maalesef yalnızlığı tek başına önleyebilen bir durum değil. Her bireyin kendisini başkaları karşısında olabildiğince özgür biçimde ifade edebilmesi, başkalarına saygı duyması, başkalarını sevebilmesi ve başkalarını dinleyebilmesi bu sürecin vazgeçilmez gereklerindendir.

Peki, insan nasıl olur da kendisini özgürce ifade edebilir? 

İyi ve düzgün ifade etmesinin gerekliliğini bir an için kenara koyabilmeyi dileyerek şunu söyleyeceğim; en içten anlatılar sorumsuzluk hissiyle yapılanlardır. Yani yargılanmaktan korkmadan, anlayış hatta belki şefkat göreceğinden emin olarak. 



Bunun için 'anlatabildiğimiz' insanları hep ayrı bir yere koyarız. Herkes bir yana, o bir yanadır, hep. 

Böyle kimseleri olmayanlara ne yazık!...

Genellikle de gündelik hayatın sıradan ve gündelik sorgu alışkanlıklarından sıyrıldığımız felaket anlarında, yıkılış ve düşüş durumlarında, dibe vurmuşluğumuza denk gelen hallerde en samimi, en içten anlatılar dökülür ağzımızdan. Çünkü, daha kötüsüne yol açabilecek bir ifşaatımız olamayacağına inanırız, böyle hallerde. Özgürleşiriz (!)... Oysa, anlatabilmek için dibe vurmak zorunda olmasak, ne iyi değil mi!... 

Böyle yapabilsek ve doyurmakta zorluk çektiğimiz açlıklarımızı, 'Faydalanmak isteyebilirler mi?' diye düşünmeden, 'Yaralanır mıyım?' diye hesabetmeden insanlara özgürce itiraf edebilsek... Ne güzel olurdu!

Muhtemelen, “alabildiğine idealize ettiğimi” düşünüyorsunuz; haklısınız. Hiçbir zaman mümkün olmayacak bir süreci tarif ettim, belki. Ama zaten bu, nereye varacağını asla kestiremeyeceğimiz bir yolculuk değil mi? Olabildiği kadarını deneyemez miyiz? Ödülü muhtemel çok büyük olan bir seçenek olarak, elbette deneyebiliriz. Üstelik bu konuda engin bir insanlık tecrübesi var önümüzde. 

Edebiyatın, sanatın ve bütün blogların temel motivasyonu bu değil mi!...

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Televizyon

Özellikle ticari mesajları oluşturan kodların amacına ulaşabilmesi; o kodların, farklı izleyici tipleri açısından ortak anlamları olmasına bağlıdır. Bu ortaklık dilin, dolaylı olarak da kültürel anlamda farklı uçların yuvarlatılmasını gerektirir. Bu törpülenme süreci genellikle, gündelik hayatla örgülü yaşayan dil üzerinden yürür. Dil basitleştirilir; televizyon ekranından bazı kavramları -genellikle bir çoğunu birden- karşılaması için, yepyeni ve iğdiş sözcükler ilan edilir. Önce dil aşınır 


Televizyon, bireye ve toplumsal yaşama yönelik etkilerinin, çok farklı bağlamlarda ele alınarak; değerlendirmesinin, çok yönlü korelasyonlarla yapılması gerektiğine inandığım bir kitle iletişim aracıdır.

Televizyon, enformasyon kavramı içinde değerlendirilebilecek her türlü iletiyi -üstelik iletinin görsel ve işitsel unsurlarını eşzamanlı olarak- sunabilen, mucizevi bir araçtır. Çağdaş yaşamın en karmaşık ilişkilenme biçimi televizyon üzerinden gerçekleşir. Bu araç üzerinden yürüyen ilişkilenme ya da iletişim, o kadar karmaşıktır ki; bir değerlendirme sırasında değişkenlerden en az birini ihmal etmeden ilerleme kaydetmek zordur. İşin içinde düşünebileceğimiz unsurlardan belli başlılarını saymaya çalışayım... 

Bir kere televizyon yayıncılığı, ekonomik bir etkinliktir. Bu etkinlik sayesinde, örneğin, mal ya da hizmet üreten bir kuruluş, dağıtım alanı haritalarını artık konvansiyonel erişim olanaklarının imkan verdiği şekilde bir yarıçap üzerinden değil; çok büyük ölçeklere varabilen ve televizyon yayınlarının izlenebildiği parçalı bir coğrafya üzerinden hazırlayabilmektedir. 


İkinci önemli husus, televizyonun çok etkili bir enformasyon iletim aracı olmasıdır. Etkili olması, görsel algıya yönelik, ikna ediciliği yüksek mesajlar taşıyabiliyor olmasından kaynaklanır. İşitsel niteliğini de yabana atmadan, ama görsel algının insan algıları arasındaki özel durumuna bilhassa değinerek, görsellik kavramı için de bir tanım deneyeyim...

Görsellik
Ne kadar görürsem o kadar iyi (!)
Görsellik; bir uyaranın gözle algılanabilir niteliklerinin tümüdür. Dolayısıyla, başka bir bütünün tamamlayıcısı olarak düşünmek gerekir. Yani uyaranın, başka duyularla algılanabilen bütünlüklü uyarıcı etkisinin bir parçasıdır, ancak.

Görsellik kavramı, uyaranın algı sürecine etki eden tüm görsel unsurlarını anlatır. Kavramı iyi tanımak için görüntünün; renk, çizgi, desen, hareket ve doku gibi tamamlayıcı unsurları üzerinde düşünmek yardımcı olabilir. Teknik altyapı da görsellik üzerinde etkilidir. Yani, görüntünün hangi maddi yapı üzerinde ya da hangi ortamda (medya) varlık bulduğu da önemlidir. Keza, algılayıcının görsel algı eşikleri de, kavramla yakından ilgilidir.

Bir uyaranın, algılayana yönelen diğer nitelikleri arasında öne çıkan, algı sürecinin en hızlı (algılama ve değerlendirme süresi olarak ortalama 2 saniye dolayında) olduğu alandır, görsellik. Görüntüyü bloke eden bir engel yoksa ve görme duyusunun menzilini aşan bir mesafede değilsek, görsel materyali algılarız. 


Uyaranın görsel niteliği, algılayıcının bireysel denetim mekanizmalarından en hızlı ve en az sorunla geçen niteliğidir. Reklam ve propaganda etkinliklerinde daha çok tercih edilmesinin nedeni, budur

Görsel uyaranlarla ilgili "yoğunluk" kavramından da söz etmemiz lazım. Yoğunluğu da iki farklı şekilde anlıyorum; birincisi aynı anda çok sayıda görsel uyaranın adeta bombardıman halinde yayınlanmasını anlatır. İkincisi de tek bir görsel uyaranın içerik itibarıyla yoğun nitelik taşıması demektir. Genellikle görsel uyaranlarla çalışan iletişimciler yoğunluk konusunda, yoğunluğu yüksek tutma yönünde, özenli bir çaba içinde olurlar. 

Hızlı, denetimsiz ve en ucuz!

Çünkü uyaranın görsel niteliği, algılayıcının bireysel denetim mekanizmalarından en hızlı ve en az sorunla geçen niteliğidir. Reklam ve propaganda etkinliklerinde daha çok tercih edilmesinin nedeni, budur. Materyal ne kadar yoğun olursa vicdani, etik ve hukuki filtrelerimizde o kadar az oyalanır ve dağarcığımıza yerleşmek üzere, kişisel filtrelerimizden hızla ve rahatça geçer.

Görsellik, herkesin kolayca üretebileceği bir nitelik olmamakla da, ayrı durur. Görsel materyalin profesyonel üretim süreci, -maliyeti birbirinden farklı bir çok teknik mümkün olmakla beraber, genel olarak- çok pahalı, sürdürülebilirliği zor ve meşakkatlidir. Pahalı olmanın dışında; ciddi zihinsel ve akademik donanımı da gerektirir.

Bu araya televizyon yayınlarının kolay izlenebilir niteliğini de ilave etmek istiyorum. Bir kere TV alıcıları, ekonomik anlamda artık herkesin edinebildiği bir araçtır. 


Bir açıdan baktığımda, evlerimizde TV alıcısı bulundurmak için 'üstüne para veriyor' olduğumuza inanamadığımı söylemek isterim! İleri (ütopik) demokrasilerde, TV alıcısı bulundurmanın kamuoyunca neredeyse ayıplanacağı, TV alıcısı bulundurmak için bireylerin ciddi ödemeler talep edeceği veya bununla ilgili ihalelere çıkılabileceği gibi gelişmeler öngörüyorum.

Herkes kendi evimde...

Neyse... Herkeste TV alıcısı var. Her yerde yayın da var. İzlemek çok kolay. Uzaktan kumandanın düğmesine basıyorsunuz ve izliyorsunuz; oturarak, yatarak ve belki başka bazı şeylerle de ilgilenirken. Evin içinde televizyonun kapanması gerekmiyor. Dikkatinizi başka bir şeye yöneltmiş olabilirsiniz ve ama televizyon, işitsel anlamda size ulaşmaya devam eder. Sesleri seçerek, yaptığınız işe ara verebilir ve gözlerinizi ekrana çevirebilirsiniz. Sizin ilgileneceğiniz bir şeylerden söz ediliyor olabilir; ilgilenirsiniz.

Sonuç olarak elimizde her eve girebilen, teknik anlamda üstün nitelikli görsel ve işitsel mesajlar yaymaya imkan veren, hedef profilinin geneli için ucuz bir araç var. TV alıcısının ekmek gibi, su gibi bir ihtiyaca dönüştüğünü, ekonomik sınıfımız ne olursa olsun, TV alıcısı olmayan bir mesken düşünülemediğini biliyoruz... 


Artık mesele, enformasyonun kaynağından alınıp, hedefe ulaştırılmasındadır. Bu çok pahalı süreç, enformasyonun istendiği gibi biçimlendirilmesi; manipüle edilmesi ve bir ileti formunda yeniden üretilip yayılmasıyla, maliyetinin çok üzerinde yararlar sağlayabilen bir etkinlik olarak tamamlanacaktır.

Enformasyonun akış yönünü; iletişim sırasında yeniden üretilmesi sürecini, yani genel olarak 'enformasyonu' kontrol eden güç, enformasyon çağının gerçek gücüdür. 
İşin enformasyonun taşınmasına ilişkin yanını da böylece anmış olalım.

Söz edilmesi gereken üçüncü husus; televizyonun, izleyen birey açısından yarattığı etkidir. Bu konu, farklı izleyici profilleri açısından ayrı ayrı ele alınsa iyi olur. Çünkü, aynı ileti çocuk için başka, yetişkin için başka; kadın için başka, erkek için başka; Afgan için başka, Japon için başka anlamlar kazanabilir. 


Televizyon, bütün saydığım ve sayamadığım farklı izleyici tipleri açısından, etkili bir aynılaştırma aracıdır. İzleyicileri kültürel anlamda birbirine benzetme eğiliminde olur

Ama genel bir kanaatimi burada anayım: televizyon, bütün saydığım ve sayamadığım farklı izleyici tipleri açısından, etkili bir aynılaştırma aracıdır. İzleyicileri kültürel anlamda birbirine benzetme eğiliminde olur. Bu etkiyle ilgili kesin bir sav öne sürmek mümkün değil, tabi. Ama, özellikle ticari mesajları oluşturan kodların amacına ulaşabilmesi; o kodların, farklı izleyici tipleri açısından ortak anlamları olmasına bağlıdır. Bu ortaklık dilin, dolaylı olarak da kültürel anlamda farklı uçların yuvarlatılmasını gerektirir. Bu törpülenme süreci genellikle, gündelik hayatla örgülü yaşayan dil üzerinden yürür. Dil basitleştirilir; televizyon ekranından bazı kavramları -genellikle bir çoğunu birden- karşılaması için, yepyeni ve iğdiş sözcükler ilan edilir.

Önce dil aşınır.

Bir de televizyonun, bireyler arası ilişkiler ve birey psikolojisi üzerindeki etkilerinden söz etmek lazım.

Televizyon, ülke ve dünya ölçeğinde çok önemli bir sürü enformasyonu evimize getirdiği için; daha az önemli olan bireyler arası ilişkilere, giderek daha az zaman ayırmamıza neden olur. Daha az konuşuruz birbirimizle. İletişim çağının mucizevi buluşu; daha az iletişim kurmamıza neden olur, başka bir deyişle. 


Televizyon sayesinde, dünyayı tek tek bireyler olarak daha iyi anlayıp değerlendirir; böylece daha iyi kavrarız. Ama aynı nedenle birbirimizi daha az anlarız

Bob Geldof & David Bingham (One of my Turns - Pink Floyd)
Yine başka bir ifadeyle; televizyon sayesinde, dünyayı tek tek bireyler olarak daha iyi anlayıp değerlendirir; böylece daha iyi kavrarız. Ama aynı nedenle birbirimizi daha az anlarız. Ormanın ihtişamı altında, ağacı görememek gibi. Oysa bireyler olarak bize lazım olan, tek başına ağaçtır genellikle.

Bireyler olarak bir şey yapabiliriz: televizyonun bize önerdiği bakış açısını; bize önerdiği ve sunduğu, enformasyona -tek tek izleyiciler olarak- bakarkenki konumumuzu reddetmek; bize sunulan paketlenmiş ve standardize edilmiş, birkaç bireysel gerçeklik modelinden birini tercih etme zorunluluğuna karşı çıkmak... 


Kendi gerçekliğimi kendim tarif edebilirim
Hayır! Benim birilerinin önerdiği bireysel gerçeklik modellerinden birini kabullenmeye ihtiyacım yok. Kendi gerçekliğimi kendim tarif edebilirim. Kendi gerçekliğimi kendim tanımladığım sürece, kendi gerçekliğime en uygun kararları alma şansım artar. 

Bu masada, 30 saniyelik yayın için, bireysel gerçekliğimize yüzlerce buton dokunur...

Bu da beni daha mutlu ve içinde yaşadığım dünyayı da muhakkak daha güzel hale getirecektir.

Böyle yaparak, karşımıza çıkan iletilere ilişkin, kendi gerçeğimize daha uygun bakış açılarını seçebilir; gerçek hayatın içindeki, gerçek konumumuzu daha iyi algılayıp, değerlendirebiliriz. Kendi gerçeğimizi hatırlamak için, arada birbirimizin yüzüne bakmamızda yarar var.