2 Ağustos 2012 Perşembe

Üstünlük tutkusu ve ihtiras


Üstünlüğün, sürekli gözetilmesi durumunda; insan olmanın, iyi insan olmanın temel gerekliliklerini çiğneyerek, üstünlük hissine süreklilik kazandırma tutkusundan söz ediyorsak, bireyin kendi varoluşuna dair yansılar almasının başka yolunu bulamamış olmasından da söz ediyor olabiliriz. Bu durumda üstün olma halinin, başkalarının aşağı olmasına bağlanabildiğinden ve başkalarını aşağı görme, onları aşağı varlıklar olarak algılama ve değerlendirme alışkanlığından söz ediyoruz demektir. Birçok insanın, farklı nitelikleriyle muhakkak birbirine üstünlük sağlayacağını düşünürsek; bunu sürdürebilmenin, sürekli başkalarından üstün kalma çabasını yürütmenin ne denli zor olabileceğini tahayyül edebiliriz. Üstünlük tutkusunun bireysel doyuma çok çarpık ve sapkın biçimlerde hizmet edebildiğini biliyoruz. Kişinin, nedenini bilmediği yıkıcı ve yok edici davranışlarla çevresine zarar vermek pahasına kendi varlığının bir takım yansımalarını yaratmasının mümkün olduğunu biliyoruz. Varlığını ancak başkalarının acılarıyla duyumsayabilen, aslında süreğen bir ıstırap içinde yaşamakta olan ruhlar olduğunu da biliyoruz 

Birçok bakımdan yakın görünen bu iki kavramı önce ayrı, ayrı tanımlamayı; sonra özel bir bağlamda neye işaret edebileceklerini tartışıp, konuyu sınırlandırmayı; ardından da bu iki kavramı birbiriyle ilişkilendirmeyi deneyeceğim.

Üstünlük, her şeyden önce bir karşılaştırma deneyimini anlatır. Ele aldığım bağlamda insanın kendi varoluşunun, başkalarının varoluşu ile karşılaştırılması anlamına gelir. Varoluş, birçok başka tartışmada da olduğu gibi iyi bir başlangıç noktası olabilir. Peki; varoluşu, birey nasıl tanımlar? 
Üstünlük tutkusu, mutlaka güç kavramı ile birliktedir
Varlık hissi ya da varoluş hissi; yani bireysel varlığın ortaya konması, insanın kendi benliğini doğadaki yansımalardan yararlanarak, yine kendine döndürmesi yoluyla gerçekleşir. Başka bir deyişle bu süreci herhangi bir yöntemle işletemeyen kimseler, varlık bilincine yaklaşamazlar ve tanımlayamayacakları; nedenini bilemeyecekleri bir sıkıntıyla ömürlerini sürdürürler. Belki de tamamlarlar.

İnsan, tesadüfi olaylarla varoluş hazzını tadacak olur ve bu tesadüfi sürecin getirisini analiz etme yetisini geliştirebilirse; bunun sürdürülebilirliği ile ilgili düşünmeye başlar; hatta bazı çıkarımlarda bulunur. Üstünlük tutkusu, bu süreçlerden doğabilecek çeşitli birçok olgudan biridir. Aslına bakılırsa, üstünlüğe dayalı doyum arayışı, varoluşun doyurucu hissine götüren süreçler arasında en zor olanlarından da biridir. Çünkü bir başkasının varoluşu ile karşılaştırmalar yapmaya; başkalarının benliği karşısında insanın kendinde üstün nitelikler görmesine ve bu niteliklerini olabildiğince sergilemesine dayanır. Göstermek zorundadır çünkü ancak bu sayede bir takım yansımalar alabilecek; ancak bu sayede kendi varlığı ve etkinliği ile çevresinde bıraktığı etkiyi algılayıp, değerlendirebilecektir. Şöyle de söyleyebiliriz; kimseye göstermediğimiz bir üstünlüğümüzün insanlar için olsun, kendimiz için olsun; hiçbir anlamı yoktur.

Bu şekilde tarif ettiğimde kavrama olumsuz bir yaklaşım getiremiyorum. Çünkü tarif edilen süreç, son derece insani bir ihtiyacı tanımlıyor ve bu konuda alternatif olabilecek birçok yönteme göre “üstün”; yani, olumlu diyebileceğimiz insani nitelikler üzerinden işliyor.

Elbette, üstünlük tutkusunun olumsuz bir içerik kazanması mümkün. Üstünlüğün, sürekli gözetilmesi durumunda; insan olmanın, iyi insan olmanın temel gerekliliklerini çiğneyerek, üstünlük hissine süreklilik kazandırma tutkusundan söz ediyorsak, bireyin kendi varoluşuna dair yansılar almasının başka yolunu bulamamış olmasından da söz ediyor olabiliriz. 

Bu durumda üstün olma halinin, başkalarının aşağı olmasına bağlanabildiğinden ve başkalarını aşağı görme, onları aşağı varlıklar olarak algılama ve değerlendirme alışkanlığından söz ediyoruz demektir. 
Başladıktan sonra bitmeyen ıstırap

Birçok insanın, farklı nitelikleriyle muhakkak birbirine üstünlük sağlayacağını düşünürsek; bunu sürdürebilmenin, sürekli başkalarından üstün kalma çabasını yürütmenin ne denli zor olabileceğini tahayyül edebiliriz. 

Üstünlük tutkusunun bireysel doyuma çok çarpık ve sapkın biçimlerde hizmet edebildiğini biliyoruz. Kişinin, nedenini bilmediği yıkıcı ve yok edici davranışlarla çevresine zarar vermek pahasına kendi varlığının bir takım yansımalarını yaratmasının mümkün olduğunu biliyoruz. Varlığını ancak başkalarının acılarıyla duyumsayabilen, aslında süreğen bir ıstırap içinde yaşamakta olan ruhlar olduğunu da biliyoruz.

Burada üstünlük tutkusu diye andığımız kavramı bazı psikologlar, üstünlük kompleksi diye adlandırıyor ve gerçekte geri planda kalmış bir aşağılık kompleksine bağlıyorlar. Bu uzmanlara göre üstünlük kompleksiyle yaşayan bireyin, kendisinin mükemmel olduğu inancı vardır ve bu inanç, kendisiyle ilgili başa çıkamadığı ya da başa çıkmayı bütünüyle ertelediği bazı kanaatlerine dayanır. Bazı uzmanlar da üstünlük kompleksinin çocukluk dönemine dayanan bir geçmişi olabileceğini savlıyorlar. Bu uzmanların savına göre üstünlük kompleksi, erken yaşlarda başlayan “kendini özel hissetme” halinin ilerleyen yaşa ve pek çok “üstün” insanı tanıma fırsatına rağmen olanca yoğunluğuyla devam etmesinin bir sonucudur. Bunun nedeni bireyin başka doygunluk mekanizmaları geliştirmede yetersiz kalması olabilir. Psikolojinin önerdiklerine bakarsak, üstünlük kompleksi bir doygunluk, bir tatmin arayışıdır ve çoğu zaman bireyin çevresindekileri hırpalamasına ya da daha talihsiz biçimde, kendini hırpalamasına neden olur.

İhtiras
İhtiras insanlık deneyiminin ateşleyicisidir. İnsana dair bütün güzellikleri, ihtiraslı insanlar gerçekleştirdi. İhtiras, yetersizlikle birlikte olmadığı sürece evrensel mutluluğa giden yolumuzu aydınlattı ve aydınlatmaya devam edecek.

Yetersiz olma hali ile ihtiras kavramının ilişkisini iki türlü kuruyorum. Birincisi şöyle: insan ancak, yaşadığı ortamı, düşlediği gelecekle ilgili, yetersiz buluyorsa ihtiras sahibi olur. Hiçbir eksiklik veya ihtiyaç duymayan kimselerin ihtiraslı olması beklenemez.

İkincisi de şöyle: insan hayatını değiştirmek isteyebilir ve bunu bir ihtiras haline dönüştürebilir. Ancak yaşamı değiştirmek konusunda kendi benliği yetersiz kalabilir. Bu durumda olumlayabileceğimiz biçimde, kendi yetersizliklerini giderme yoluna gidebilir. Ya da yetersizliğinin yeterince farkında değildir, hatta mükemmel olduğu inancına sahiptir.

Burada, kifayetli muhterislerle ilgili bir derdim olmadığı için; dünyayı, insanlığın onurlu serüveni karşısında yetersiz bulan insanların deneyimlerinden söz etmeyeceğim. Başta da hatırladığım gibi birçoğunun yaşadığını ve dünyayı, kendilerinden önceki halinden daha güzel bir yer haline getirdiklerini biliyoruz. Aksi durumdaki insanların ise tarihimizde hangi tarifsiz acılara ve tanımsız felaketlere neden olduklarını biliyoruz. 

Buraya kadar tartıştıklarım, neresinden dolaşırsak dolaşalım, bizi insanın kendini tanımasıyla ilgili sorunsala götürüyor.

Varlığımı nasıl ifade edebilirim? Yaşamaktan ne yaparsam haz alabilirim? Hazzımı, aldığım doyumu insanlarla nasıl ve hangi yöntemlerle paylaşabilirim? İnsanlar, evrende bıraktığım ve bırakacağım izlerle ne kadar ilgilenecekler? Bütün bu süreçleri, ruhumu besleyebilecek şekilde idare edebilecek miyim? İyiyi ve güzeli yeniden üretmeye yarayacak yolları bulabilecek miyim? Bütün bu süreçleri yaşarken, başka insanların maceralarına neler katacağım? 

Daha kestirme bir soruyla devam edeyim: Ben kimim? Kim olacağım? 

Birçok felsefi öğretinin başlangıç sorusunu, bu tartışmada da hatırlamış olduk. Kişinin kendini tanımaya yönelik çabası, bir çok felsefi tartışmada olduğu gibi üstünlük ve ihtiras kavramları bağlamında da sağaltıcı sonuçlara götürebilir.

İnsanlığın ortak aklı genel olarak, insanın çevresini saran dünyayla boğuşmaya başlamadan önce kendine dönmesini (ya da ne zaman akıl edebildiyse, o zaman kendine dönmesini!); kendini sürekli yenilediği ve yinelediği bir çabayla tanımasını ve bireysel doyum da alabileceği şekilde, kendini ifade etmesini öneriyor.

Kendini iyi ifade edebilen kişi, düşünceleriyle baş başa kalmaktan kurtulur. Kendini güzel ifade edebilen kişi, üstünlük gösterdiği özelliklerini başka insanların da yararına sergileme imkanı bulur.

İhtirasların, hastalıklı saplantılar haline gelmesi, yalnız kalan ve kendini yeterince ifade edemeyen kimseler için son derece kolay ve mümkündür. Yalnız kalan insan, etrafında olup bitenlerle ilgili değerlendirmeleri tek başına yapar. Yalnız kimseler, kendi düşünceleriyle baş başadır ve bunlar arasında en akılcı olana ikna oluverirler. Takdir edersiniz ki böyle bir durum, insanı; ne kadar çeşitlenirse, çeşitlensin aynı kaynaktan akan düşünceler arasındaki en iyi (!) seçeneğe götürür. Bu en iyi seçenek de genellikle kolayca rasyonalize edilmiş, sarılıp sarmalanarak, darbelere dayanıklı hale getirilmiş kalıp inanışlara dönüşmüştür. 

Yalnız insan yalnız düşünür
Böyleyse eğer, insan yalnız kalmamalıdır. Tabi, bazen öyle zannedilir ama kişinin başka insanlarla bir araya gelmesi, maalesef yalnızlığı tek başına önleyebilen bir durum değil. Her bireyin kendisini başkaları karşısında olabildiğince özgür biçimde ifade edebilmesi, başkalarına saygı duyması, başkalarını sevebilmesi ve başkalarını dinleyebilmesi bu sürecin vazgeçilmez gereklerindendir.

Peki, insan nasıl olur da kendisini özgürce ifade edebilir? 

İyi ve düzgün ifade etmesinin gerekliliğini bir an için kenara koyabilmeyi dileyerek şunu söyleyeceğim; en içten anlatılar sorumsuzluk hissiyle yapılanlardır. Yani yargılanmaktan korkmadan, anlayış hatta belki şefkat göreceğinden emin olarak. 



Bunun için 'anlatabildiğimiz' insanları hep ayrı bir yere koyarız. Herkes bir yana, o bir yanadır, hep. 

Böyle kimseleri olmayanlara ne yazık!...

Genellikle de gündelik hayatın sıradan ve gündelik sorgu alışkanlıklarından sıyrıldığımız felaket anlarında, yıkılış ve düşüş durumlarında, dibe vurmuşluğumuza denk gelen hallerde en samimi, en içten anlatılar dökülür ağzımızdan. Çünkü, daha kötüsüne yol açabilecek bir ifşaatımız olamayacağına inanırız, böyle hallerde. Özgürleşiriz (!)... Oysa, anlatabilmek için dibe vurmak zorunda olmasak, ne iyi değil mi!... 

Böyle yapabilsek ve doyurmakta zorluk çektiğimiz açlıklarımızı, 'Faydalanmak isteyebilirler mi?' diye düşünmeden, 'Yaralanır mıyım?' diye hesabetmeden insanlara özgürce itiraf edebilsek... Ne güzel olurdu!

Muhtemelen, “alabildiğine idealize ettiğimi” düşünüyorsunuz; haklısınız. Hiçbir zaman mümkün olmayacak bir süreci tarif ettim, belki. Ama zaten bu, nereye varacağını asla kestiremeyeceğimiz bir yolculuk değil mi? Olabildiği kadarını deneyemez miyiz? Ödülü muhtemel çok büyük olan bir seçenek olarak, elbette deneyebiliriz. Üstelik bu konuda engin bir insanlık tecrübesi var önümüzde. 

Edebiyatın, sanatın ve bütün blogların temel motivasyonu bu değil mi!...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder