29 Temmuz 2012 Pazar

Medya okuryazarlığı

Doz aşımı halinde keyfinize bakın!
Medya okur yazarlığı diye, medya metinlerinin hazır içeriğine güvenmeme ve metinlerin anlamıyla ilgili şüpheci bakış yöntemleri geliştirmeye denir.

Bilginin kitlelere iletilmesi sürecinde haberi kaynağından alıp bir metin halinde biçimlendiren ve hedef kitleye sunanlar, bilgiyi içinde bulundukları/parçası oldukları siyasi-ekonomik yapının çıkarı doğrultusunda manipüle eder veya etmez. 
Doktorunuza danışmadan kullanmayınız
Okuyucu, haber metinleri olarak karşısına gelen bilgiyi olduğu gibi alabilir. Ya da, olduğu gibi almayı reddederek, o bilginin ilintili olduğu taraflar arasındaki korelasyonları, bilginin sunuluş biçimi ve zamanlaması gibi çeşitli etkenleri değerlendirerek, aslında neler olup bittiğini kestirmeye çalışır.

İlk bakışta okuyucu, birey olarak çok yetersiz olan ve doğrudan olamayan bilgiye ulaşma aparatlarıyla, kontrolsüzce akan bilgi yağmuru karşısında oldukça aciz görünür. Bu çabası afaki ve boşuna bir çaba gibi görünse de edineceği sorgulayıcı-şüpheci tutumuyla -ve eşik bekçisi konumundaki kimi aydınların da yardımıyla- aslında neler olup bittiğine ilişkin fikir edinme şansına sahiptir.

Bu zihinsel araştırma faaliyeti çok zahmetli ve zaman alıcı bir çalışma olmakla beraber, sıradanlaşacak kadar tekrar edilirse giderek kolaylaşır ve bireyin dünyayı algılaması ve değerlendirmesi sürecinde büyük yarar sağlayabilir. 


Sarah Palin'in adaylığı konusunu hatırlarsınız.  O tarihten bu yana Palin'in adaylığını bir türlü anlamlandıramamışımdır. "Öyleyse!..." diye düşündüm; "Belki amaç Palin'in adaylığı falan değildi!" Böylece kafamdaki düğümler çözülüverdi. Palin, bir medya projesiydi. Gayet başarılı olmuş bir proje.
Amaç adaylık değildi. Birinin utanç verici demeçleri vermesi lazımdı.

Bu konuda uygulandığını bildiğim bazı bireysel yöntemleri sıralayayım: bir tanıdığım belli bir gazetenin yazdığı her şeyi, anlam itibarıyla tam tersi doğrultuda okuyarak bir sonuç elde edilebildiğini söylemişti. Farklı anlayışların pencerelerinden bakan birkaç gazeteyi, her gün okuyan; ya da aynı haberle ilgili televizyon metinlerini, aynı konudaki gazete metinleriyle karşılaştıran kimseler de tanıdım. Gene bir köşe yazarının veya başka bir kanaat önderinin olaylar hakkındaki değerlendirmelerine dayalı analizlerle, kendince çözüm bulan kimseler de biliyorum. 

Tam bağımsız mekanlarımızda bile...
Tabi, bu işi akademik düzeyde irdeleyen kimseler de var; bu kimseler olaya bilimsel yöntemlerle yaklaşıp, metinleri didik didik eder. Söylem çözümlemesi (discourse analysis) yapan bu uzmanlar, özenle seçilen tek bir sözcüğün cümle içinde nerede kullanıldığına; kullanıldığı yere göre hangi anlamı üstlenebildiğine varana kadar araştırırlar. 

Bu yöntemlerin halkın doğru bilgi ihtiyacını gidermek üzere herkese hizmet verebilmesinin önünde çok değişik ve devasa engeller var. Bu konuda bilim insanlarına çok büyük sorumluluklar düşüyor ama bunu böyle değerlendiren bilim insanı sayısı dünyada da çok az. Türkçe iletişim ve Türk medyası hakkındaysa, bu doğrultuda kaygılar edinmiş ve çaba harcamış hiç kimseyi -naçizane- bilmiyorum. (Türk Medyası'nın muteber etik kodlarının yazarının Aydın Doğan olduğunu; medya kuruluşlarının halen bu metne bağlılık sözleri verdiğini hatırlayıp, gerisini de hesap edin artık.)

Yaygınlaşmış medya okuryazarlığı; küresel güç dengelerini, tarihsel kökenlerini bir çırpıda sarsabilecek ve en derin noktalarına kadar tehdit edebilecek bir gelişme olurdu. Çünkü medya okuryazarlığı dediğimiz beceri, doğası gereği sorgulamayı ve şüphe etmeyi gerektiren bir etkinliktir. Dogmaların, kabullenişin, kaderciliğin, aynılığın, kitlesel iletişimin, sürü psikolojisinin, ortak iletişim kodlarının, reklamın, propagandanın ve statükonun tam karşısında yer alır.

Bugün Türkiye'de ilköğretim okullarına medya okuryazarlığı dersi konması tartışılıyor. Bu girişimin, son 10 yıldır ülkede süregelen derin paradigma kaymasının bir uzantısı olacağını düşünüyorum. İktidar, halka (yani seçmenine) 80 yıldır aynı jargonla konuşan medyayı başka türlü okumayı öğretmek istiyor. Kişisel olarak medya okuryazarlığı konusunda en ufak ilerlemenin bile cennet bahçelerini önümüze serebileceğine inanıyorum. Bu nedenle gülünç bile görünse, en küçük girişimi yürekten destekliyorum.

Okuyabilmek için, önce erişim!
Çünkü dünyada olup bitenleri takip etme ihtiyacı duymayan, dünyada birşeyler olup bittiğinden haberdar bile olmayan, milyarlarca insan yaşıyor ve hepimizin gündelik hayatını ve gelecekte neler yaşayacağımızı, bu insanların tercihleri belirlemeye devam ediyor.

Şöyle söyleyeyim; eğer elektriğin keşfi ve elektrik gücünün gündelik hayatımıza fayda vermesi hakkında konuşuyor olsaydık; henüz uçurtmalar salıp, yıldırımlar beklemeye başlamamıştık.

26 Temmuz 2012 Perşembe

Embedded journalism

Hiç bir şekilde 'İliştirilmiş Gazetecilik' demek değildir; 'Gömme Muhabirlik' demektir.

Herkes kendi işine 'bakıyor', herkes kendi işini yapıyor
Kavram, ilk kez İkinci Körfez Savaşı'nda kullanıldı. Olayın taraflarından birinin üssüne gömülmüş, oradan bakan gazeteci anlamına geliyor. Bu uygulama bir gazetecilik uygulaması değil. Hem teknik, hem de içerik itibarıyla tam bir manipülasyon uygulamasıdır. Amerikalı komutanların cepheden enformasyon geçmekle ilgili çözüm yolları ararken, tarihin sarı yaprakları arasında buldukları bir örnekten esinlendiklerini düşünüyorum.

Osmanlı, olayları kayıt altına alması için vakanüvis denen kimseler istihdam ederdi. Başka devletlerin de benzer görevliler çalıştırdığı olmuştur. Bunlar, savaş meydanına ve komuta merkezine yakın yerde konuşlanır ve olup biteni gözleyerek tarihi oluşturacak metinler kaleme alırdı. Bu metinlerin büyük ölçüde otosansüre maruz kaldığını düşünebiliriz. Gömme muhabirlik de aynı nitelikte ve işlevde bir meslektir.  


Konu hakkında, dünyada da çeşitli tartışmalar hala yapılagelir. Benim üzerinde durmak istediğim ve Türkiye'ye has bir detay ise; 'Embedded Journalism' kavramını ısrarla 'İliştirilmiş Gazetecilik' diye çevirmek; bu çeviri önerisine, denize düşenin yılana sarıldığı gibi sarılmak yalakalığıdır. 'Gömme Muhabir' ifadesinin aleni olumsuz tınısını engellemek için çaba harcandı resmen. 

Bunu yapanların başında, büyük gazetelerin genel yayın yönetmenleri ve editörleri ile özellikle sahada belli kurumlar için 'embedded journalist' sıfatıyla free-lance hizmet edebilme hayali kuran gazeteciler geldi.

Redhouse, Webster's, Oxford, Miriam Webster artık aklınıza ne gelirse, küçük bir tarama yapın. Embed fiili için Türkçe'de 'iliştirmek' karşılığını bulma ihtimaliniz yok. Bakın onun yerine hangi kavramlar sıralanıyor: "gömmek, kakmak, oturtmak, sokmak, içine katmak, yerleştirmek..." 

Muhabir için en önemli hususlardan biri, hedefteki kitleyi olayın olduğu yerde bulunduğuna inandırmaktır. Gömme muhabir için böyle bir sorun yoktur. Ne kadar orada olunabilirse, o kadar oradadır çünkü. Bir kere sıfatıyla önceden halleder bu ikna sorununu. Adı üstünde; 'gömme'dir, içindedir.

Nesnel bakışla ilgili bir sorunu da yoktur gömme muhabirin. Öyle bir iddiası yoktur çünkü. Farklı bir tarz sunar ve bu tarz, nesnellik iddiasında değildir. Tam tersine, içine gömüldüğü unsura hizmet için ve o unsurun bir parçası olmak üzere, oradadır. Irak İşgali sırasında yapılan yayınlarda, nesnellik iddiasının küçümsendiği de oldu. Bunun da yetmediği yerde, gazetecilerin kaldığı otel bombalandı, gazeteciler kurşunlandı.

Genel olarak Irak’ın işgaliyle ilişkilendirilmesine rağmen, bu tür gazeteciliğin örneklerine her zaman, her yerde rastlanır. Özellikle branş uzmanlığı geliştirmiş gazetecilerin sürekli ilişki içinde olduğu haber kaynağıyla (bilhassa kurumsal haber kaynaklarıyla) özdeşleşmesi süreci denen, vicdani ve ahlaki açıdan son derece çirkin ve tehlikeli bir süreç sonunda gerçekleşir. 


Gazetecilik misyonu devrede: "Duygu ve düşüncelerinizi alabilir miyiz?"

Gazeteci, önceleri harici bir bakışla yaklaştığı haber kaynağının, giderek bir parçası haline gelir. Onun bakış açısını benimser, zaman içinde onu beslemeye başlar. Amerikan ordusunun yaptığı, bu süreci sistematik hale getirmek olmuştur.

24 Temmuz 2012 Salı

Koşu

Dörtnala koşan atlıların yanında, yarışı yayan sürdüren biri gibi oldum hep. Bakardım koşanlara.

Tamam, yol boyu gördüklerinin ruhunu yakalamaya zamanın olur böylece; ama senden çok önce geçenler her şeyi analiz etmiş; işlevleri, görüntüleri, öyküleri çoktan terennüm etmişlerdir. Onlar terennüm ederken, sen bu terennümlerin aksini duyarsın; çok çiğ ve itici gelse de.

Güncel, bugün her şeyden daha önemli. Yeni olmalıdır. Bu nedenle senin olgunlaştırıp, şekillendirdiğin ve değer kazandırdığın algıların, birçok kimse için bayatlamış hale gelir. 

Zannediyorum bir TV filmiydi, çok zaman geçti; ahşap çiviyle, demir çivi hikayesi çok bildik değildir. Anlatayım;

“Eski zamanlarda bir gün, bir nehir kıyısında oğlu ve karısıyla yaşayan bir adam varmış. Oğlu, on yaşında kadarmış ve anne ağır işlerde çalışmasını istemezmiş. Adam da kaba saba yapısı ve karakteriyle, oğlunu kıskanırmış. Hem kendisi böyle özen görmediği için, hem de karısının ilgisini paylaştığı için. Bir yandan da sağlam bir erkek olmanın yolunun, ağır işlere alışık olmaktan geçtiğine inanırmış.

İki koyunları varmış. Tavuklar falan. Her yıl, nehirden kalabalık sürüsünü geçiren bir sürü sahibi, o yıl dönüş yolundayken, adama demiş ki, 'Eğer buraya bir küçük köprü yaparsan, ben koyunlarımı çok daha kısa sürede karşıya geçiririm. Böylece zaman kazanır ve daha iyi bir pazarlıkla satarım. Daha iyi kazanırım. Üstelik çiftliğime daha önce döner, yine daha çok kazanma şansını elde ederim. Köprü yaparsan, bu kazançtan sana da pay veririm. Daha çok koyunun olur, karına yeni bir elbise alır, oğluna da bir at alabilirsin!'

Adam, o gün işe koyulmuş. Çünkü, bu işi kendisi ve becerebilirse oğlu, birlikte yapacaklarmış. Bir yıl boyunca, hesaplar yapılmış, keresteler hazırlanmış, temel kazıkları çakılmış, hummalı bir çabayla ve yine hummalı düşlerle aylar geçmiş. Çalışmaları boyunca çocuğa kötü de davrandığı olmuş. Anne ile baba, zaman zaman tartışmışlar bu nedenle. Anne bir keresinde oğlunu eve kapatıp yollamamış çalışmaya.

Sonra, sürü sahibinin nehirden geçmesine iki gün kalmış. Ama adam ve oğlu, sürünün geçeceği zeminin tahtalarını henüz çakmamışlar. Çünkü adam, ille de ahşap çivi kullanmak taraftarıymış ve dediği de dedikmiş. Oğul, ellerinde bulunan demir çivilerle işi bir günde bitirebileceklerini, ahşap çivinin bir tekini üretmek için bile üç saat harcadıklarını söyleyip durmuş, boşu boşuna! Adamsa, ahşabın ‘canlı’ olduğunu; demir gibi kısa ömürlü olmadığını; bir şeyi sağlam ve canlı kılmak için sabır ve sebat gerektiğini; köprünün tahtalarının demir çivileri çok yakında tükürüp atacağını; oysa ahşap çivileri kucaklayıp sımsıkı saracağını ve kendisi çürümeden asla bırakmayacağını söylemiş.

Metal çivi
Sonunda sürü sahibinin nehirden geçeceği gün gelmiş, çatmış. Ve çocuk babasına demiş ki, 'Baba! Şimdi, köprüyü demir çivilerle tamamlayacağız! Sürü sahibi geçecek. Biz koyunlarımızı alacağız ve sonra da demir çivileri söküp, ahşap çivileri çakacağız. Böylece, köprüyü sağlam ve zamanında tamamlamış olacağız!'

 Adam, 'Olur' demiş. 'Olur'....”

                   ***

Hikayenin sonunda, sürü sahibi geçiyor, adam ve ailesi biraz daha refaha eriyor, falan filan; bitiyor. 

Ahşap çivi

Şimdi, adam oğlunun ve aslında daha çok şartların dayattığını kabul etmek zorunda kaldı ya! 

Ama nasıl çaksın o ahşap çivileri demir çivilerden kalan gediklere, be! 

'Olur' derkenki iç sızısının yerine ne koysun, onu ordan alıp da! 

Onu nasıl alacak oradan!?...

Yenilmiştir, ve artık dizginleri oğula bırakacaktır. 

Çaresizlik, kayda değer elemlerdendir ve değişen dünya karşısındaki çaresizliği, değişim karşısındaki uyum yetersizliğinden kaynaklanan elemi, kimse onaramaz. 

Bazen siz göçmen değilsinizdir de, etrafınızdaki dünya göçmüş başka bir yerlere gitmiştir ve sizi yabancı bir alemde, yapayalnız bırakmıştır... 

Loka

—Anlatılanı dinlemelisin. Bu biraz, çığırından taşan ırmak gibidir. Dinlemediğin her hikâye, tutamadığın ve sen tutamadıkça akıp gidecek; ziyan olacak tanrısal bir değerdir. Hikâyelerin içinde sen varsın. Çağlar önce yaşanmış; asırlar öncesinden beri anlatıla gelen hikâyelerde bile kendi özünden zerreler bulursun. Böylece seni, senden başka olanlarla bağlamanın imkânını bulursun. Bu da kalbini zenginleştirmene yardımcı olur. Zenginlik iyidir. Çıkmaza düştüğünde, seçme şansını artırır.

—Sizi dinliyordum efendim!
Kadim anlatıcı, Dede Korkut

—Öyle mi? Öyleyse tamamdır. Anlatmaya devam edeyim. Nerede kalmıştık? Ha! Evet! Loka’nın yolculuğundan söz ediyorduk. Aylar süren yolculuğunda dağların soğuk zirvelerinden aşmış; hiçbir canlının yürümediği dibi karanlık ormanlardan geçmiş; defalarca azgın sularla boğuşmuştu. Karşısına çıkan zorluklara rağmen, tabiat bir şekilde kendisini aç bırakmadığı için mutluydu. Üzerinde yürüdüğü toprak öylesine bereketliydi ki, küçük bir zahmetle her gün karnını doyurabiliyordu…

Beni dinliyor musun?

—Sizi dinliyorum efendim. Sürekli bunu sorup duruyorsunuz. Dinlemiyor gibi mi görünüyorum?

—Yo! Hayır. Sadece, dinleyip dinlemediğini anlayamıyorum. Belki dinlediğine dair küçük işaretler verebilirsin bana…

Arada sırada.

—Olur tabi. Ne gibi işaretler?

—Sesli işaretler. Ne bileyim! Belki ara sıra sorular sorarsın! Bu işe yarar sanıyorum.

—Aslında sık sık sorular geliyor aklıma. Ama sözünüzü kesmek istemedim. Mesela Loka, yolculuğu sırasında yanında neler taşıyordu? Bunu çok merak ediyorum. Aletleri var mıydı? Vardıysa, bizler için tanıdık aletler miydi? Bunları bilmemin, Loka’nın yaptıklarını anlamama yardım edeceğini düşünüyorum. Loka’yı anlamak istiyorum. Hikâye, başlangıçta Loka’nın bu zorlu yolculuğa neden başladığını anlatmıyor. Yolculuk nedenini söylemiyorsa, bunun bir nedeni olmalı diye, doğrudan yolculuk gerekçesini sormuyorum. Hikâye ilerledikçe bunu kendim kestirebilmek istiyorum.

—…

—Var mıydı?!?

—Ne, var mıydı?

—Aletleri! Aletleri var mıydı?

—İyi de, Aynı şey değil mi! Loka’nın yolculuk gerekçesini ne diye sormuyorsan, bunları da o yüzden, sormamalısın! Bak ne diyeceğim; bu soru sorma işinden vazgeçtim. Başka bir yol bulmalısın. Öte yandan, aletleri olup olmadığını merak ediyorsun, çünkü aslında hikâyemden kendince yeni bir hikâye yaratmak peşindesin. Derdin Loka’yı anlamak değil; Loka’nın başına gelenleri, kendince ve kolayca aklının sınırlarına sığdırabilmenin derdindesin! Bunu yapabilmen için gerekli malzemeyi hazırlayıp sana sunmamı bekliyorsun! Oysa isterdim ki, sadece benim hikâyemi dinleyesin! Daha ben anlatırken, hikâyeyi sahipleniyorsun ve onu kendince yönlendirmenin peşine düşüyorsun! Bu benim hikâyem. Bırak da anlatayım! Sadece dinlemek, çok mu zor geliyor? Ya da sıkıcı?!? Söylesene: hikâyemde olup biteni kolayca anlamlandırabilseydin, onu benim anlatmama gerek olur muydu? Sen onu zaten bilirdin! Önemli olan, dinlediğinde gerçekten şaşırtıcı olabilen hikâyeler; akıl erdirmekte zorluk çekeceğin hikâyelerdir!

—…

—Neyse. Bu tutumun en azından kendini Loka’yla özdeşleştirebildiğini gösterir. Bu önemli. Benim için önemli.

Evet! Ne diyordum? Bereketli topraklar. Büyük gölün doğu kıyısında yaşayan kabile, çevrede kendiliğinden yetişen çeşitli bitkilerle ve gölün tatlı suyunda yaşayan sayısız balık çeşidiyle kolayca beslenebiliyordu. Çocuklar kısa sürede serpilip gelişiyor; açlık ve tek yönlü beslenme gibi sorunlar yaşamadan yetişiyorlardı. Zorlu av yolculuklarına yılda sadece bir kez; ilkyaz çiçekleri solarken çıkıyorlardı. Bu av yolculuğu onlar için bir gelenekten öte değildi. Birkaç büyük hayvan avlanır; av dönüşü bir seferde törenle pişirilip, tüketilirdi. Geleneksel av partisi dışında avlandıkları da oluyordu. Ama bu tasvip edilen bir şey değildi. Yaşlılar atalarından dinledikleri ve zihinlerinde derin izler bırakan büyük göçü hala anlatıp duruyorlardı. Avlanmak, acımasız koşullar altında yaşanan o büyük göçü hatırlatan bir etkinlikti. Yetişkin birinin avlanması açıkça garipsenirdi. Yeniyetme gençlerin deri, sırım gibi ihtiyaçlar için avlanması hoş görülürdü. Bu durumda bile öldürülen hayvan sayısının olabildiğince az olması istenirdi. Bir dağlı kabile üyesinin ancak rüyalarında görebileceği zenginlikteki bu geniş avlak; onlar için avlak değildi. Sakınılacak bir cevher gibiydi. 

(Blaenau Ffestiniog, Gwynedd, N. Wales - Ft: Eray Güner)

















Bu durumun nedenlerinden biri de yürüyen, ağzı burnu olan hayvanları, uzak akrabalar gibi görmeleriydi. Evet, aslında hepsi aynı kökten gelen insanlardı. Kiminin dişleri farklı biçimde gelişmiş; kimi yürürken ellerini de kullanmayı seçmişti. Avlakta her birinin kendine göre avantajları vardı. Bir dağ aslanı, kavgada en üstündü ama üremek söz konusu olduğunda, kavgada kaçmaktan başka beceri gösteremeyen tavşanlarla boy ölçüşemezdi. Üstelik aslan yavruları bir yaşına gelene kadar uysal bir koyundan çok farklı değildi………. 

 —….........

22 Temmuz 2012 Pazar

Manipülasyondan paradigmaya


Eskimiş paradigmayı tahtından etmek üzere isyan etmek ve yerleştiği tahttan inmemek için direnmek, toplumsal paradigmanın doğasıdır. Paradigma, yeni doğrular bulduğu savıyla gelir; varlığını baki kılmanın koşullarını oluşturur ve toplumun üzerine çöker. Bu zafer anında ne kadar kabul görürse, hayatın o kadar çok alanında kendi kurumlarını oluşturma imkanı bulur. Paradigma bürokrasidir. Şablonlar silsilesidir, tabuların kütüphanesidir. Hakim paradigmanın kurduğu sistem ne kadar güçlüyse, müsaade etmediği bakış ve yaklaşımlar da o kadar dışlanır, ötelenir. 

Çok iddialı görünen bu başlık altında anlatacaklarım, bu iki kavramla ilgili geniş bir çalışmanın sonucu değil. Niyetim sadece, manipülasyon ve paradigma kavramlarının birbiriyle nasıl ilişkilendiğine dair tartışmaktır.

“Bilginin Manipülasyonu” başlıklı önceki metinde manipülasyon kavramı için şu tanımı getirdim: manipülasyon kaynağında elde edilen bilgiyi (enformasyon) belirli bir amaç doğrultusunda yeni bir forma büründürme; yani kaynaktaki saf halinden farklı bir işlev kazanmasını sağlama ve bilginin bu yeni halini yayma işlemidir.

Kameranın paradigması neyi gösterir?
Esas olan, bu tanımdan yola çıkarak manipülasyon işleminin kamuoyu oluşturma yolunda nasıl ve ne kadar etki edebileceği sorusudur. Bir başka deyişle amacım, manipülasyon olgusunun paradigma kavramıyla olan ilişkisine değinmek; belki ulaştığım bazı sonuçları duyurmak ve daha çok konumuzla ilgili sorular üretmektir. Önce paradigma kavramı üzerinde biraz durmayı istiyorum.

Paradigma, hakkında uzun süre kafa yormuş sosyologların bile birbirinden çok farklı tanımlar getirdiği bir kavram. Paradigma sözünü ilk kez kullanan sosyolog Thomas Kuhn, toplumsal devrimleri incelediği yapıtında kavram için 11 farklı tanım getirmiş. Aynı kavrama farklı tanımlamalar getirmek, kafa karıştırıcı gibi görünüyor. Ama bana kalırsa, bir kavramın tanımından çok emin olamama hali; sosyal bilimlerin esnek paradigmaları çerçevesinde ve sürekli dalgalanan zemini üzerinde, ancak bilimsel olma çabasına dayanan bir yaklaşımdan kaynaklanıyor olabilir.

Paradigma, en kestirme anlatımla, belli bir dönem için olayları ve olguları değerlendirme sürecinde; bireylerin veya toplulukların bakışını belirleyen  değerler ve anlayışlar bütünü; bir bakış açısı; bir çerçeve önerisidir

Tanımla ilgili ayrıntılar üzerinde fazla durmadan, sözünü ettiğim birçok farklı tanım arasından; bizim bağlamımıza en çok uyan tanımı kullanacağım: Paradigma, en kestirme anlatımla, belli bir dönem için olayları ve olguları değerlendirme sürecinde; bireylerin veya toplulukların bakışını belirleyen  değerler ve anlayışlar bütünü; bir bakış açısı; bir çerçeve önerisidir.

Burada kavramın tanımı yanında, başka niteliklerine de özel vurgular yapmak gerekiyor. Önce şu ayrımı ortaya koyalım: ‘bireylerin veya toplulukların’ diyerek iki ayrı noktayı vurgulamış oldum. Yani toplumsal paradigmalardan ve bireysel paradigmalardan söz etmek mümkün.

Bireysel paradigma; bireyin kişisel deneyimi üzerinde temellenen ve olay ve olguları değerlendirme sürecinde başat rol üstlenen değerler ve anlayışlar bütünü; genel bakış açısıdır. Çevremizde olup biteni, paradigmamızın çerçevelediği ve bir anlamda sınırladığı pencereden bakarak değerlendiririz. Hayattan beklentilerimiz; görgü ve eğitimimiz; içinde bulunduğumuz çevrenin baskısı; sosyal, siyasal ve ekonomik ortam bireysel paradigmamızın çerçevesini belirler. Bu paradigma da davranış ve kararlarımızı belirler. Bireysel paradigma, özellikle belli bir yaştan sonra bir alışkanlıklar bütünü haline gelir. Belli bazı durumlar karşısında takınacağımız tavrın bilinen ve beklenen doğrultuda gerçekleşmesini; mekanikleşmiş hal ve tavırlar geliştirmemizi sağlar. Bu açıdan, o tutumumuzun doğru olmadığını gösteren ilk tecrübeye kadar, belli bir süre güvenlidir. Bir örnekle tanımı desteklemeye çalışayım.

Pencereden bakarken, tanımadığımız bir insanın sevdiğimiz birine sert jestler ve el kol hareketleriyle bir şeyler söylediğini gördüğümüzü düşünelim. İlk aklımıza gelecek şey genellikle bir tartışma olduğudur ve olasılıkla, sevdiğimiz kimsenin sözlü tacize maruz kaldığına hükmederiz. Ve belki müdahale etmek üzere pencereyi açarız. Diyelim ki, pencereyi açıp gerçekleşmekte olan sahnenin seslerini de duymaya başladık. Ve gördük ki, olup biten aslında bir tartışma değil. El kol hareketleri yapan kişi, aslında daha önce gerçekleşmiş hararetli bir olayı canlandırmaya çalışıyor. Yani bir hikaye anlatıyor. Olayla ilgili bütün değerlendirmelerimiz birdenbire değişir. Çünkü artık daha çok bilgi sahibiyizdir. Olay aynı olaydır. Hiçbir değişiklik olmamıştır. Ancak yargılama yaparken kullandığımız enformasyon değişmiştir. Paradigmamız değişmiştir. Buradan şu sonuca varmak artık kolay: Olup bitene dair edindiğimiz bilgi arttıkça, bizim olaylar karşısındaki tutum ve davranışlarımız da değişir. Ulaştığım sonucu biraz daha zorlayarak şunu da söyleyebilirim: manipüle edilmediyseniz, bu değişim muhtemelen olumlu bir değişim olacaktır.

Bilgeliğin genel olarak sabır, sükunet ve ağırbaşlılıkla ilişkilendirilmesi geliyor aklıma.

Bilgi sahibi olmak paradigmalarımızda kaymalara neden olur. Bilgimiz arttıkça paradigmalarımızla beraber benliğimiz, karakterimiz de değişir. Peki, sürekli değişen bir kişilik düşüncesi tedirgin edici değil midir? Bana göre öyledir.

Bu noktada sorabileceğimiz sorulardan biri şu: çevremizin baskısı ve hayatın zorlamalarıyla oluşan paradigmaların güvenli çerçevesi içinde kalmak mı yeğdir? Yoksa sınırlarını giderek daha geniş alanlara doğru ittirdiğimiz bir anlayış ve paradigmalardan olabildiğince bağımsız bir bakış edinmek, daha mı iyidir?

Peki paradigmalardan bağımsız kalmak mümkün müdür?

Meselenin diğer yanında ele aldığımız toplumsal paradigma kavramıysa; o topluluk içinde genel kabul görmüş, geçerli kabul edilmiş her türlü değer ve anlayışın; toplumsal algılama ve değerlendirme eğilimlerinin bütünüdür. Bir toplumda, genellikle tek bir hakim paradigmadan söz edilir. Yani o toplumun genel değerlendirme alışkanlıkları; her türlü sosyal, ekonomik ve siyasi olay ve olguyu anlayıp, değerlendirirken kullanılan genel görüşler ve yönelimleri işaret eder.

Devrimler, paradigmaların değişmesi olayıdır. Değişen koşullar doğrultusunda giderek güçlenen bir paradigma; hükmünü kaybeden paradigmanın yerini almak üzere yeni çerçeveler ve bakış açıları getirir, eskisinin yerine koyar

İster bireysel, ister toplumsal paradigma olsun; mutlaka belirli bir döneme aittirler. Toplumsal hayatta veya birey hayatında çeşitli nedenlerle meydana gelen bir takım kırılma noktaları yaşanır. Devrim niteliğindeki bu kırılmalar,  hakim paradigmanın yıkılmasına ve yerine yeni birinin hakim olmasına neden olur. Ya da şöyle demek mümkün: devrimler, paradigmaların değişmesi olayıdır. Değişen koşullar doğrultusunda giderek güçlenen bir paradigma; hükmünü kaybeden paradigmanın yerini almak üzere yeni çerçeveler ve bakış açıları getirir, eskisinin yerine koyar. Artık olup bitenler bu yeni bakış açısıyla değerlendirilecektir.

Eskimiş paradigmayı tahtından etmek üzere isyan etmek ve yerleştiği tahttan inmemek için direnmek, toplumsal paradigmanın doğasıdır. Yeni doğrular bulduğu savıyla gelir; varlığını baki kılmanın koşullarını oluşturur ve toplumun üzerine çöker. Bu zafer anında ne kadar kabul görürse, hayatın o kadar çok alanında kendi kurumlarını oluşturma imkanı bulur. Paradigma bürokrasidir. Şablonlar silsilesidir, tabuların kütüphanesidir. Hakim paradigmanın kurduğu sistem ne kadar güçlüyse, müsaade etmediği bakış ve yaklaşımlar da o kadar dışlanır, ötelenir.

İlle bir örnek vermek gerekmiyor. Bizlerin de herhangi bir mekanda, alenen eleştiremeyeceğimiz görüşler, akımlar ya da kimseler olup olmadığını bir an düşünelim. Paradigmanın kendine özgü idolleri, kendine özgü tabularla korunur.

Yüzyılın başında, üzerinde yaşadığımız topraklarda, üstyapı baskısıyla gerçekleştirilmiş paradigma kaymasının açık bir örneği yaşandı.

Kulluk, saltanat ve emperyal yayılmacılık üçlemesi üstüne kurulu imparatorluk paradigması, miadını doldurduğunda bugün cumhuriyet kadroları dediğimiz yenilikçi çevrelerin geliştirdiği paradigma, 19’uncu yüzyılın sonlarında hakimiyetini kurmaya başladı. Bu süreci hepimiz biliyoruz. Burada işaret etmek istediğim şey, yeni paradigmanın temsilcilerinin, hükmetmeye başlar başlamaz paradigmaya aykırı unsurları, getirdikleri yeni anlayış bağlamında dönüştürme, değilse rasyonelleştirme çabasına girmesidir. Bu çaba, aykırı unsurlar sözüyle özetlediğim muhalif yapılara ait kavram ve değerleri manipüle etme; bunların içeriğini değiştirme yoluyla yapılır.

Manipülasyon faaliyetlerinin zamana yayılan ve yavaş ilerleyen bir süreci gerektirdiğini vurgulamak gerek. Oysa devrim ertesinde, yeni paradigmanın kendini korumaya yönelik kurumları oluşturması için yeterli zaman olmayabilir. Bu durumda yeni paradigmanın temsilcileri ne kadar aceleciyse, kurumsallaşma o kadar hızlı ve kıyım da o kadar acı verici olur.

Mao Tse Tung
Burada Mao Tse Tung’dan bir alıntı yapmak istiyorum:

“Devrim, sosyal bir akşam yemeği değildir. Entelektüel bir olay; sanatsal bir eskiz veya bir oya işlemesi de değildir. Nezaket ve itinayla yapılamaz. Devrim bir şiddet hareketidir.”

Huzur ve mutluluk sağlama vaadiyle yeni paradigmalar öneren önderler, kendilerine ait kurumları oluşturduktan sonra, paradigmanın direncini arttırmaya yönelik bir dizi etkinlik içinde olur. İşte manipülasyon kavramının paradigmayla ilişkisi bu aşamada belirginleşir. Paradigmanın, kendi varlığını tehdit altına düşürecek aykırı hal, durum ve unsurlar karşısındaki direncini arttırmanın; o paradigmaya aykırı hal ve durumları rasyonelleştirmenin yollarından biri, en önemlisi, manipülasyon faaliyetleridir. Manipülasyon faaliyetlerini şu üç kavramla özetlemeye çalışacağım: ajitasyon (kışkırtma), provokasyon (kalabalıklarda korku duygusunu açığa çıkarmaya yönelik, planlı eylem) ve kavramların içini boşaltmak için; slogan.

"Tek millet, tek imparatorluk, tek lider"
Paradigma kendine özgü bakış ve anlayış şablonları ile sloganlar üretir. Giderek, toplumun geniş kesimlerini ilgilendiren sorunlar için sloganlar yoluyla açılımlar sunar. Sloganlar içerik açısından basit ve doğru, akılda kalıcı ve rahatsız edici ölçüde rasyonel (!) yargılardır. Çok kimse, sloganla tanıştığında meselenin gerçek açılımını bulduğuna kanaat getirir. (örn. “Türkiye Türklerindir!”)  Basit ve doğru... (!)

Sloganların ilginç bir başka özelliği de istemsizce tekrarlanabilir olmalarıdır. Bir çoğunun ezgisi veya en azından bir ritmi vardır ve bazen kendimizi aklımız başka yerde olmasına rağmen bir sloganı tekrar edip dururken yakalayıveririz. Sloganlar, sorunları çözmez; sorunun kaynağını işaret eden; hazırlanıp, paketlenmiş cevaplar sunar. Hiçbir sıkıntıyı çözüme götürmez ve ama kitlelerin heyecan ve hezeyanlarını kışkırtarak; içlerinde biriken öfkeyi yönlendirir; sosyal-siyasal öfkeyi manipüle eder.

Bu sayede; mesela, yoksulluk ve sefaletten şikayet etmesi beklenen; pek çoğu birbirinden farklı etnik kökene sahip milyonlar, toplumun bütün bireylerinin aynı etnik kökenden olmadığından şikayet etmeye başlar. Yine bu sayede, örneğin ülkedeki kötüye gidişin sorumlularıyla, milyonların gurur duyması sağlanabilir. "Türkiye kimlerle gurur duyuyor veya duyuyordu", hatırlayın...

Metnin başından beri kavramı olumsuzlayıp duruyorum ama, insan hayatında paradigmanın yokluğu düşünülemez. Devrimler, eskisinin yerine yenisini koyar. Ama bu durum; paradigmanın statükoya dair ve onunla yekvücut  bir kavram olduğu gerçeğini de değiştirmez. Yani kanımca, her devrim; kendi hükümdarlığını kurma yolunda çabalarken; özgün paradigmasını ortaya koyar ve eski paradigmanın: yani düşmanının, yerine geçer. Paradigma statükodur.

Devrimci Robespierre, kendine ait paradigmasının giyotinine gidiyor...
Dolayısıyla, paradigmanın kendisi değilse bile; benimsediği paradigmanın ellerinden kayıp gidebileceğini kabullenemeyen kimseler batıldır.

Bunlar üzerinde durduktan sonra, ülkemizde son dönemde yaşanan ve mutlak surette çok acı verici olan bazı gelişmeleri, konumuz açısından son derece elverişli örnekler sunması hasebiyle hatırlamak istiyorum.

Avrupa Birliği'ne üyelik süreciyle birlikte, Türkiye Cumhuriyeti'nde uzun süredir (bana göre 1946'dan beri) hakimiyetini sürdüren paradigma, özellikle 1983 seçimlerini takiben başlayan süreçle, güvenilir kalelerini yavaş yavaş ama kesin bir şekilde yitirmeye başladı. Bu tarihe kadar şenlikli hükümdarlığını sorumsuzca sürmüş ve ülkede hakim tek paradigma olmanın tadını çıkarmıştı. 

Cemil Meriç
 Ancak 1983 seçimleriyle başlayan yeni süreç; kamuoyunda engellenemez bir bakış açısı değişikliğini; bir paradigma kayması sürecini tetikledi. Hakim paradigma ile yeni paradigma arasındaki şiddetli sürtüşme yüzeyde Avrupa Birliği'ne üyelik süreci etrafında; derinlerdeyse, hakim paradigmadan beslenen çevreler ve bu hakimiyete son vermek isteyen çevrelerin çıkarları odağında devam ediyor.

Burada ilginç olan, yepyeni bir bakış açısı ve toplumun önünde yeni açılımlar öneren tarafın, kendini devrimci ve ilerici sıfatlarıyla etiketleyen hakim  paradigmanın önderleri değil; yine hakim paradigma tarafından gerici ve muhafazakar sıfatlarıyla etiketlenen çevrelerin olmasıdır.

İdris Küçükömer
Bu noktada İdris Küçükömer'i ve Cemil Meriç'i hatırlamak mümkün. Toplumsal paradigmaların önerilerine rağbet etmeyen bu iki sessiz düşünür; ne sağda ne solda yeterince itibar görmüş: ama işaret etmeye çalıştığım bugünkü paradigmalar savaşını ve savaşın taraflarının kimlerden oluşacağını, yıllar öncesinden öngörmüşlerdi. Öngörüleri, paradigmalar arasındaki sürtüşmenin iyice kızıştığı bugünlerde, hala hiçbir tarafta itibar görmüyor. Dönüp bakan yok.

Hakim paradigmanın mücadeleyi kazanıp kazanmayacağını bilemeyiz. Ancak sonuç ne olursa olsun; hükmeden paradigma ya kendisini yenilemek zorunda kalacak; ya da tahtını kaybedecek. Her durumda yeni bir paradigma söz konusu olacak. Yeni paradigma, kullanageldiğimiz kavramların içini kendince doldurup içeriklerini yenileyecek; yeni bakış açıları sunacak. Getirdiği yeni anlayışın genel kabul görmesi sürecinde manipülasyon kampanyaları düzenleyecek ve eskimiş kavramlarımızı cilalayıp, yepyeni formlarda kullanıma sokacak. 

Sözcüklerimizin evrildiğini, anlamlarının değiştiğini göreceğiz. Örneklerini hepimiz biliriz. Bunlar arasında bazı etik değerleri anlatan sözcüklerin geçirdiği içerik erozyonu can acıtıcı örneklerdir. Kavramların manipülasyonuna dair akıl almaz bir cüretten beslenen çok çarpıcı birkaç tanesi Nazi Almanyasından hatırladığımız sloganlardır: “Freiheit ist Sklaverei” (Özgürlük, köleliktir), Lüge ist Wahrheit (Yalan doğrudur), Ignoranz ist Stärke (Cehalet güçtür) ve “Krieg ist Frieden” (Savaş, barıştır). 'Akıl almaz!' diyorum ama paradigmaları, onların sunduğu yaklaşımları ve önerdiği sloganları aklın alması gerekmiyor. Bu tecrübeler yaşanmış. 

Burada anmadığım, sosyal paradigmalar dışında kalan ve bilim çevrelerinde etkili olan –hakim olan demek istemiyorum- paradigmalardan da söz edilir. Bilimsel paradigmalar, o alanda çalışan bilim insanlarının konuya nasıl bir pencereden yaklaşacağına dair çerçeveler çizer. 

Vardığım sonuç şudur: bilim gelişebilmekteyse, cesur bilim insanlarının kendi bakışlarını çevreleyen çerçevelere mutlak bir güven duymuyor olmalarındandır. 

Milos Forman'ın 'Amadeus' adlı filminde Murray Abraham, Salieri rolünde
Aynı şey, sanat için de geçerli olabilir. Amadeus adlı filmi izlemiş olanlarınız hatırlar. Gerçek hikayenin filmle ne kadar örtüştüğü tartışılır belki, bilemiyorum. Ancak filmde dönemin ‘müzik insanı’ paradigmasının esiri olmuş başarısız Salieri karakteriyle; sürekli geliştirdiği kendi paradigmasına inanan Mozart karakterinin çatışması canlandırılır.

Şüphe etmeliyiz.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Algı ve kitlesel iletişim ilişkisi üzerine


Kısa araştırmam sırasında denk gelebildiğim ve algı kavramı hakkında az veya çok bilgi içeren çalışmaların hiçbiri enformasyon ağı, iletişim, medya süreçleri, siyaset gibi insanların karar verme süreçleriyle veya dünya işleri ile ilgili bir bakış açısı taşımıyordu, bu noktaya kısaca temas edenlerse aralarında güçlü bir bağlantı olduğunu varsaymıyorlardı.

Oysa algı kavramı bütün doğası gereği belki başka her şeyden önce bu saydığım alanlarla doğrudan ilgilidir. İnsanlık mirasının temelini oluşturan toplam insanlık bilgisi; bilginin aktarılması, iletilmesi süreçleri ile bu bilgilerin değerlendirilip kullanıldığı siyaset arenasının yapıtaşları değil midir? Ve bu yapıtaşlarının her bir tekinin ayrı ayrı var olabilmesi, tek tek bütün insan bireylerinin algı süreçlerine doğrudan bağımlı değil midir?

01.Algının tanımı üzerine…
Algı kavramı zor bir tartışma konusu çünkü yalın haliyle bile karmakarışık ve bilim insanları tarafından da henüz üzerinde uzlaşı sağlanmamış birçok yanı var. Bir bakıma tam bir keşmekeş…

Öte yandan gündelik hayatımızın her anında biz istesek de istemesek de karşımıza çıkan, kararlarımızı yönlendiren süreçleri anlatan ve istemesek de dimağımızı şekillendiren algı kavramını ve algıyla ilgili süreçleri, üstünkörü ve belli bir çerçevede de olsa ele alıp, bazı düşüncelerimi ve bulgularımı, daha çok bazı sorular oluşturmak yoluyla, paylaşabileceğimi düşünüyorum…

Çeşitli kaynaklarda birbirinden farklı birçok tanımla tarif edilen algı kavramı için örnek olarak seçtiğim birkaç tanımı sıralamakla başlayayım…

1.Algı, nesnelerin bilinçteki yansısıdır.
2.Algı, öznenin kendisinin dışında olanı alması sürecidir.
3.Algı, insanların çevreden gelen bilgileri seçme, organize etme ve yorumlama süreci sonunda elde ettiği verilere denir.
4.Algı, evrenin duyular yoluyla bilince yansıyan imgelerinin bilinç düzeyinde oluşturduğu tasarımdır.

Bu tanımların hepsi de doğrudur. Algı kavramına getirilmiş çok sayıda başka tanımı da yanlışlamadan kabul etmek durumunda kalıyoruz. Tanımlarla ilgili tartışırken kapsamlarına göre anlamak ve kendi bağlamımıza uygun olanı seçmemiz gerekiyor. Algılayan kişinin ihtiyaçları, istekleri, hatıraları, değerleri ve kişiliği bu süreçte rol oynar. İnsanın algı kapasitesi bu unsurların bir araya gelmesiyle belirlenir ve sınırlanır. Algılanan şeyin boyutları, tekrarlanma sıklığı, içerdiği çelişkiler ve devinimi de algı sürecinde etkilidir. Bunların her biri her insan için ve algılanan her nesne için farklı olduğundan, hiç kimse çevresini ve gerçeklik olgusunu aynı şekilde algılamaz.

Buna rağmen, ortak değerler oluşturmamız anlamına gelen, sosyalleşme süreçleri de yine algılarımızın vazgeçilmez katkısıyla oluşturulur.

Bu yazıda ele almayı istediğim çerçeve itibarıyla en uygun bulduğum tanım, az önce sıraladıklarımın sonuncusudur. Yani algı, evrenin duyular yoluyla bilince yansıyan imgelerinin bilinç düzeyinde oluşturduğu tasarımdır.

Algılar, bireyin karar verme süreçlerini belirlemede önem taşır ve bu süreçteki en güçlü etkenlerdir

Ancak bu tanımı bir açıdan eksik buluyorum; öznenin etkin olduğu örnek sürecin dışında kalan olasılıkları anmadığı ve başka türlüsünün mümkün olup olmadığına değinmediği için.

Algı, evrenin duyular yoluyla bilince yansıyan imgeleri ile ilintili olabilir elbette. Ama algı, evren hakkında bilince taammüden yansıtılan imgelerin bireysel hatırat ile harmanlanarak bilinç düzeyinde oluşturduğu tasarımdır da, aynı zamanda. Yani öznenin edilgen kaldığı algı süreçleri de söz konusu olabilir, pek ala…

Algı her şeydir
Bilinç sahibi canlılar evrende ilişkilenme fırsatı buldukları şeyleri, duyu organları yoluyla ve daha sonra değerlendirmek ve kullanmak üzere, bilişsel dağarcıklarına alırlar. Bu alış süreci çoğu zaman, bir bebeğin ellerini görme duyusu aracılığıyla fark etmesi gibi kendiliğinden ve kaçınılmazdır. Kimi zaman da basbayağı hedef gözeterek, belli ilkeler ve bir amaç doğrultusunda planlanarak gerçekleşir.

Bazen de ne algılanan, ne de algılayan, sürecin farkına varmaz. Ama her durumda algı oluşur ve her algı bir şeylere hizmet eder. Çünkü bütün algılarımız karar verme süreçlerimizi belirlemede önem taşır ve bu süreçteki en güçlü etkenlerdir.

02.Algı süreçlerinin götüreceği yer bilgi denizidir
Görme, işitme ve dokunma başta olmak üzere, beş duyumuz bilincimize yeni kavramlar ve yeni düşünceler oluşturabilmemiz için algısal gereçler taşırlar. Algı süreci sonunda, duyu organlarımız aracılığıyla bilincimizde oluşan imgeler, birbirlerini tamamlamak ve böylece anlam kazanmak suretiyle yeni bütünler oluştururlar. Bireyin algısı, önceki deneyimlerinden aklında kalan değerlendirmelerle de pekiştirilir ve güncel bir yargı oluşturacak şekilde yeni bir algıya dönüşür. Her algı, nihayetinde gideceği yerde bilgiye dönüşür veya her algı, son kertede bilgi olarak değer bulur.

İnsan hayatında bu ayrımın; yani algının anlık bir işlev doğrultusunda derhal bilgiye mi dönüştüğü yoksa bilgi olarak değerini son kertede mi bulduğu konusunun çok fazla önemi olmadığını düşünüyorum ve üzerinde durmuyorum. Çünkü bilgi olarak değer bulmayan algılarımızın bize ve çevremize bir faydası veya zararı yoktur. Onlar bilgi olarak değer bulacakları güne kadar bilinçaltımızda varlıklarını sürdürebilirler. Bilinçaltımızdaki değer kazanmamış varlıkları, bir yük değildir.

Bunları söylerken bilgi olarak aslında değer bulmuş olan ancak psikolojik olarak bastırılmış oldukları için bilinç düzeyinde anlamlandıramadığımız algıları hariç tutmak gerektiğini not düşmemizde yarar var… Bu türden algılarımız, derinlerde sessizce bilgiye dönüşürler ve davranışlarımızı belirlemeye devam ederler ama çoğu zaman farkında olmayız. Bu arada şunu da ekleyelim; bastırdığımıza göre, bunlar hemen hemen her zaman, rahatsız edici deneyimlerimize dayanan algılarımızdır…

Duyular yoluyla, dimağımıza hapsettiğimiz imgeler bazen yıllarca algıya veya bilgiye dönüşmeden bilinçaltımızda yer eder

Algı kavramına, ancak anlık bir işlevle birlikte düşünülürse tanım getirilebileceği de söyleniyor. Ama bu yaklaşım, herhangi bir anda başlayan algı sürecinin, nasıl olup da kimi zaman yıllarca sürebildiğini açıklamada pek işimize yaramaz. Duyular yoluyla, dimağımıza hapsettiğimiz imgeler bazen yıllarca algıya veya bilgiye dönüşmeden bilinçaltımızda yer eder. Bu durumda o imgelerin algıya dönüşmesi süreci, belki hiç hesapta olmayan bir tetikleyicinin yardımına ihtiyaç duyar. Tetikleyici unsur devreye girer girmez, unuttuğumuzu sandığımız imgeler, üstlerindeki tozu silkeleyerek boy gösteren algılara dönüşüverirler. Bunlar bazen anlamının saatini geçirmiş bilgiler olarak, tabiri caizse elimizde patlar; bazen de kaybolmuş bir hazinenin tesadüfen bulunması gibi beklenmedik değerler üretirler.

Köşeli veya oval; bireyin dünya görüşü ve kişisel gerçeklik algısı, kendi algısal deneyimine dayanır. Bu deneyim, öznenin etkin veya edilgen olduğu sayısız uyaran tarafından, ilmek ilmek örülmüş bir birikimdir.
Algının oluşması için duyu organlarının, harici bir unsur tarafından uyarılması gerekir. Duyularımızın her biri ses, ışık, koku gibi belli birer uyarana bağımlı çalışırlar ve bu uyaranların unsurlarından oluşan her spektrumda, insana göre algılanabilir ve algılanamaz bölgeler söz konusudur. Örneğin, insanın algılayabildiği renkler bellidir ve bazı değişkenler üzerinde oynayarak şansımızı belli ölçüde zorlayabilsek bile, insanların daha fazla sayıda renk görmelerini sağlamak veya algılamakta zorluk çektiğimiz renkleri daha kolay algılanır hale getirmek mümkün değildir. Ama insanın algılayabildiği renkler üzerinde çalışarak, insan algısını yönlendirme imkânı vardır.

Algılanan şeylerin değerlendirilip kullanılmadığı sürece bir değer ifade etmeyeceğini düşünürsek şu sonuca da varabiliriz; insan duyularının belli bir çerçeveyle sınırlı olması, handikaptan ziyade bir avantaj olmuştur. Çünkü bir şeyi, referanslarınız; yani kerteriz alacağımız; kabul edilmiş ve sabit olduğu varsayılan bir dayanağımız olmadan değerlendiremeyiz. Muhtemelen duyularımızın alt ve üst eşikleri; yani sınırları sayesinde, algılarımızı oluşturacak olan imgeleri tarif edebiliyor, duyularımızın kaydettiği verileri o sınırları referans almak yoluyla anlamlandırabiliyoruz.

03.İnsan algısı siyasetin belirleyicilerindendir
Böyle bir başlık altında tartışabilmek için çok daha derin ve kapsamlı bir araştırma yapmam gerekirdi ancak imkânlarımın elverdiği kadarını yapabildim. 

Yine de araştırmamı yaparken, cüret gösterip, çok rahatsız edici bir tespitte bulunduğumu belirtmek zorundayım. Algı kavramı hakkında az veya çok bilgi içeren çalışmaların hiçbiri enformasyon ağı, iletişim, medya süreçleri, siyaset gibi insanların karar verme süreçleriyle veya dünya işleri ile ilgili bir bakış açısı taşımıyordu, bu noktaya kısaca temas edenlerse aralarında güçlü bir bağlantı olduğunu varsaymıyorlardı.

Oysa algı kavramı bütün doğası gereği belki başka her şeyden önce bu saydığım alanlarla doğrudan ilgilidir. İnsanlık mirasının temelini oluşturan toplam insanlık bilgisi; bilginin aktarılması, iletilmesi süreçleri ile bu bilgilerin değerlendirilip kullanıldığı siyaset arenasının yapıtaşları değil midir? Ve bu yapıtaşlarının her bir tekinin ayrı ayrı var olabilmesi, tek tek bütün insan bireylerinin algı süreçlerine doğrudan bağımlı değil midir?

Kitlesel uyaranlar algıyla çok yakın bir ilişki içinde değil mi?
Algı kavramını ruhbilim çerçevesinden bakarak çalışmak ve tekil bireyin yaşadığı bir süreç olarak değerlendirmek yanlış değil, elbette. Yahut algıyı; örneğin insan gözünün nasıl çalıştığını tarif ederken kullandığımız ve görme işi sırasında işleyen tali bir süreç gibi değerlendirmek de yanlış değildir. Bunun gibi başka disiplinlerin algı kavramını kendi bağlamlarında değerlendirmelerinde de bir sorun olduğunu söylemek niyetini taşımadım.

Ancak öte yandan algı dediğimiz olgu, karar verme mekanizmalarımızı yönlendiren bilginin de kaynağıdır. Üstelik algıyı oluşturacak olan nüveler, bilinç düzeyinde farkında olduğumuz bilginin aksine, bilinç düzeyinde var olmak zorunda da değildir. Bilinçaltında, yeşereceği günü bekleyen tohumlar gibi, yıllar boyu hayatta kalabilirler.

Dolayısıyla algı kavramının insanlığın gidişatını doğrudan etkileyen bir unsur olduğunu; insanlık tarihi oluşurken, telaffuz edebileceğimiz kavramlar arasında, birkaç başrolden birinin sahibi olduğunu nasıl yadsıyabiliriz!

Kısaca şunu vurgulamak arzusundayım: algı olgusu, insanların bilgi edinme süreçlerinin başlıca aktörlerinden biridir. İnsan davranışlarının belirlenmesinde birinci derecede önemlidir. Algı süreçlerini çok iyi analiz etmek; algı süreçlerinin doğasını öğrenmek; kişisel algı süreçlerimizin farkında olmak ve mümkün olduğun kadar kontrol edebilmek gerekir. Böyle bir olanak, kendimizin ve bizi çevreleyen evrenin farkına varmamızı sağlayacak; bu da içsel yolculuğumuz süresince bu farkındalığın aydınlatıcı rehberliğini hizmetimize sunacaktır.

Bunları yaparken de günümüze kadar yapılanlara ilaveten, iletişim kuramları ve siyaset bilimleri çerçevesinden de bakmak ve bulgularımızı bu olgular çerçevesinde de değerlendirmek zorundayız. Gerçeğe ve evrensel barışa giden yolda bunların yardımı olabilir. Bu tartışmada spekülatif yargılarda bulunmayı istemiyorum ama şunu söylemeden de geçemeyeceğim; algı kavramıyla ilgilenmemeyi seçtiğimiz zaman neler olabildiğini tecrübe ediyor ve biliyoruz…

04.Algı süreçleri özgürleştiricidir
Algı üzerinde düşünmenin bir önemli faydası daha var. Bunu şöyle tarif etmeyi deneyeyim; insan, algılama yeteneğini geliştirdikçe; hatta geliştirmek zorunda bile değildir; mevcut yeteneğini kullandıkça diyelim; genetik hatıratının baskılayıcı, hatta köleleştirici ağırlığından kurtulur.

Bu düşünceyi şöyle açmaya çalışayım: canlıların ‘genetik bilgi’ olarak tanımlanan ve bireysel donanımı ve bilgisi arttıkça unutulup, kaybolan bir takım doğrularla (‘yap’lar ve ‘yapma’larla…) donanımlı olarak doğduğunu biliyoruz. Bunlar değişen dünyada; daha doğrusu değiştiregeldiğimiz dünyada giderek, ilerlememizi engelleyen istem dışı davranış kalıplarına neden olurlar. Önyargılardan söz etmiyorum; söylemek istediğim şey daha çok bilmeden, istemeden hatta farkında bile olmadan takındığımız tavırlar ve tutumlarımızdır.


Örneğin kimi özel durumlarda fedakârlık yapmak, insanların genetik hatıratının önerdiği yola aykırıdır. Rasyonel değildir, bu anlamda yanlıştır ve fedakârlık yapana zarar verir.

Oysa insanlar fedakârlık yapabiliyorlar. Üstelik (henüz bir kural değil belki ama…) farkındalıkları arttıkça, bilgilendikçe, bilinçleri gelişip zenginleştikçe insanların fedakârlık yapma istatistikleri/olasılığı da artıyor. Önce kendisine dair farkındalığı artan birey, giderek başka insanların ve toplumsal bütünün daha çok farkına varıyor ve kişisel evreninin öznesi ‘ben’den ‘biz’e doğru evriliyor.


Henüz emekleme çağını geçirdiğine inandığım bütün bu süreç, bilgi edinmemizin öncelikli koşullarından biri olan algının ortaya çıkmasıyla mümkün olabiliyor.

Dolayısıyla daha güzel bir dünya, daha mutlu insanlar ve refah içinde bir insanlık ülküsü çerçevesinden bakarken, algı kavramına hak ettiği önemi atfetmek; duyularımıza saygı duymak; onların eşiğinden atlayan her türlü uyarana karşı mümkün olduğu kadar hazır ve donanımlı halde kalmak gerekir.