—Anlatılanı dinlemelisin. Bu
biraz, çığırından taşan ırmak gibidir. Dinlemediğin her hikâye, tutamadığın ve
sen tutamadıkça akıp gidecek; ziyan olacak tanrısal bir değerdir. Hikâyelerin
içinde sen varsın. Çağlar önce yaşanmış; asırlar öncesinden beri anlatıla gelen
hikâyelerde bile kendi özünden zerreler bulursun. Böylece seni, senden başka
olanlarla bağlamanın imkânını bulursun. Bu da kalbini zenginleştirmene yardımcı
olur. Zenginlik iyidir. Çıkmaza düştüğünde, seçme şansını artırır.
—Sizi dinliyordum efendim!
Kadim anlatıcı, Dede Korkut |
—Öyle mi? Öyleyse tamamdır.
Anlatmaya devam edeyim. Nerede kalmıştık? Ha! Evet! Loka’nın yolculuğundan söz
ediyorduk. Aylar süren yolculuğunda dağların soğuk zirvelerinden aşmış; hiçbir
canlının yürümediği dibi karanlık ormanlardan geçmiş; defalarca azgın sularla
boğuşmuştu. Karşısına çıkan zorluklara rağmen, tabiat bir şekilde kendisini aç
bırakmadığı için mutluydu. Üzerinde yürüdüğü toprak öylesine bereketliydi ki,
küçük bir zahmetle her gün karnını doyurabiliyordu…
Beni dinliyor musun?
—Sizi dinliyorum efendim.
Sürekli bunu sorup duruyorsunuz. Dinlemiyor gibi mi görünüyorum?
—Yo! Hayır. Sadece, dinleyip
dinlemediğini anlayamıyorum. Belki dinlediğine dair küçük işaretler
verebilirsin bana…
Arada sırada.
—Olur tabi. Ne gibi
işaretler?
—Sesli işaretler. Ne bileyim!
Belki ara sıra sorular sorarsın! Bu işe yarar sanıyorum.
—Aslında sık sık sorular
geliyor aklıma. Ama sözünüzü kesmek istemedim. Mesela Loka, yolculuğu sırasında
yanında neler taşıyordu? Bunu çok merak ediyorum. Aletleri var mıydı? Vardıysa,
bizler için tanıdık aletler miydi? Bunları bilmemin, Loka’nın yaptıklarını
anlamama yardım edeceğini düşünüyorum. Loka’yı anlamak istiyorum. Hikâye,
başlangıçta Loka’nın bu zorlu yolculuğa neden başladığını anlatmıyor. Yolculuk nedenini
söylemiyorsa, bunun bir nedeni olmalı diye, doğrudan yolculuk gerekçesini
sormuyorum. Hikâye ilerledikçe bunu kendim kestirebilmek istiyorum.
—…
—Var mıydı?!?
—Ne, var mıydı?
—Aletleri! Aletleri var
mıydı?
—İyi de, Aynı şey değil mi!
Loka’nın yolculuk gerekçesini ne diye sormuyorsan, bunları da o yüzden,
sormamalısın! Bak ne diyeceğim; bu soru sorma işinden vazgeçtim. Başka bir yol
bulmalısın. Öte yandan, aletleri olup olmadığını merak ediyorsun, çünkü aslında
hikâyemden kendince yeni bir hikâye yaratmak peşindesin. Derdin Loka’yı anlamak
değil; Loka’nın başına gelenleri, kendince ve kolayca aklının sınırlarına
sığdırabilmenin derdindesin! Bunu yapabilmen için gerekli malzemeyi hazırlayıp
sana sunmamı bekliyorsun! Oysa isterdim ki, sadece benim hikâyemi dinleyesin!
Daha ben anlatırken, hikâyeyi sahipleniyorsun ve onu kendince yönlendirmenin
peşine düşüyorsun! Bu benim hikâyem. Bırak da anlatayım! Sadece dinlemek, çok mu
zor geliyor? Ya da sıkıcı?!? Söylesene: hikâyemde olup biteni kolayca anlamlandırabilseydin,
onu benim anlatmama gerek olur muydu? Sen onu zaten bilirdin! Önemli olan,
dinlediğinde gerçekten şaşırtıcı olabilen hikâyeler; akıl erdirmekte zorluk
çekeceğin hikâyelerdir!
—…
—Neyse. Bu tutumun en azından
kendini Loka’yla özdeşleştirebildiğini gösterir. Bu önemli. Benim için önemli.
Evet! Ne diyordum? Bereketli
topraklar. Büyük gölün doğu kıyısında yaşayan kabile, çevrede kendiliğinden
yetişen çeşitli bitkilerle ve gölün tatlı suyunda yaşayan sayısız balık
çeşidiyle kolayca beslenebiliyordu. Çocuklar kısa sürede serpilip gelişiyor;
açlık ve tek yönlü beslenme gibi sorunlar yaşamadan yetişiyorlardı. Zorlu av
yolculuklarına yılda sadece bir kez; ilkyaz çiçekleri solarken çıkıyorlardı. Bu
av yolculuğu onlar için bir gelenekten öte değildi. Birkaç büyük hayvan
avlanır; av dönüşü bir seferde törenle pişirilip, tüketilirdi. Geleneksel av
partisi dışında avlandıkları da oluyordu. Ama bu tasvip edilen bir şey değildi.
Yaşlılar atalarından dinledikleri ve zihinlerinde derin izler bırakan büyük
göçü hala anlatıp duruyorlardı. Avlanmak, acımasız koşullar altında yaşanan o
büyük göçü hatırlatan bir etkinlikti. Yetişkin birinin avlanması açıkça
garipsenirdi. Yeniyetme gençlerin deri, sırım gibi ihtiyaçlar için avlanması
hoş görülürdü. Bu durumda bile öldürülen hayvan sayısının olabildiğince az
olması istenirdi. Bir dağlı kabile üyesinin ancak rüyalarında görebileceği
zenginlikteki bu geniş avlak; onlar için avlak değildi. Sakınılacak bir cevher
gibiydi.
(Blaenau Ffestiniog, Gwynedd, N. Wales - Ft: Eray Güner) |
Bu durumun nedenlerinden biri de yürüyen, ağzı burnu olan hayvanları, uzak akrabalar gibi görmeleriydi. Evet, aslında hepsi aynı kökten gelen insanlardı. Kiminin dişleri farklı biçimde gelişmiş; kimi yürürken ellerini de kullanmayı seçmişti. Avlakta her birinin kendine göre avantajları vardı. Bir dağ aslanı, kavgada en üstündü ama üremek söz konusu olduğunda, kavgada kaçmaktan başka beceri gösteremeyen tavşanlarla boy ölçüşemezdi. Üstelik aslan yavruları bir yaşına gelene kadar uysal bir koyundan çok farklı değildi……….
—….........
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder