Eskimiş paradigmayı tahtından
etmek üzere isyan etmek ve yerleştiği tahttan inmemek için direnmek, toplumsal
paradigmanın doğasıdır. Paradigma, yeni doğrular bulduğu savıyla gelir; varlığını baki
kılmanın koşullarını oluşturur ve toplumun üzerine çöker. Bu zafer anında ne
kadar kabul görürse, hayatın o kadar çok alanında kendi kurumlarını oluşturma
imkanı bulur. Paradigma bürokrasidir. Şablonlar silsilesidir, tabuların
kütüphanesidir. Hakim paradigmanın kurduğu sistem ne kadar güçlüyse, müsaade
etmediği bakış ve yaklaşımlar da o kadar dışlanır, ötelenir.
Çok iddialı görünen bu başlık
altında anlatacaklarım, bu iki kavramla ilgili geniş bir çalışmanın
sonucu değil. Niyetim sadece, manipülasyon ve paradigma kavramlarının
birbiriyle nasıl ilişkilendiğine dair tartışmaktır.
“Bilginin Manipülasyonu”
başlıklı önceki metinde manipülasyon kavramı için şu tanımı getirdim:
manipülasyon kaynağında elde edilen bilgiyi (enformasyon) belirli bir amaç
doğrultusunda yeni bir forma büründürme; yani kaynaktaki saf halinden farklı
bir işlev kazanmasını sağlama ve bilginin bu yeni halini yayma işlemidir.
Kameranın paradigması neyi gösterir? |
Esas olan, bu tanımdan yola
çıkarak manipülasyon işleminin kamuoyu oluşturma yolunda nasıl ve ne kadar etki
edebileceği sorusudur. Bir başka deyişle amacım, manipülasyon olgusunun paradigma
kavramıyla olan ilişkisine değinmek; belki ulaştığım bazı sonuçları duyurmak ve
daha çok konumuzla ilgili sorular üretmektir. Önce paradigma kavramı üzerinde
biraz durmayı istiyorum.
Paradigma, hakkında uzun süre
kafa yormuş sosyologların bile birbirinden çok farklı tanımlar getirdiği bir
kavram. Paradigma sözünü ilk kez kullanan sosyolog Thomas Kuhn, toplumsal
devrimleri incelediği yapıtında kavram için 11 farklı tanım getirmiş. Aynı
kavrama farklı tanımlamalar getirmek, kafa karıştırıcı gibi görünüyor. Ama bana
kalırsa, bir kavramın tanımından çok emin olamama hali; sosyal bilimlerin esnek
paradigmaları çerçevesinde ve sürekli dalgalanan zemini üzerinde, ancak bilimsel
olma çabasına dayanan bir yaklaşımdan kaynaklanıyor olabilir.
Paradigma, en kestirme anlatımla,
belli bir dönem için olayları ve olguları değerlendirme sürecinde; bireylerin
veya toplulukların bakışını belirleyen
değerler ve anlayışlar bütünü; bir bakış açısı; bir çerçeve önerisidir
Tanımla ilgili ayrıntılar
üzerinde fazla durmadan, sözünü ettiğim birçok farklı tanım arasından; bizim
bağlamımıza en çok uyan tanımı kullanacağım: Paradigma, en kestirme anlatımla,
belli bir dönem için olayları ve olguları değerlendirme sürecinde; bireylerin
veya toplulukların bakışını belirleyen
değerler ve anlayışlar bütünü; bir bakış açısı; bir çerçeve önerisidir.
Burada kavramın tanımı
yanında, başka niteliklerine de özel vurgular yapmak gerekiyor. Önce şu ayrımı
ortaya koyalım: ‘bireylerin veya toplulukların’ diyerek iki ayrı noktayı
vurgulamış oldum. Yani toplumsal paradigmalardan ve bireysel paradigmalardan
söz etmek mümkün.
Bireysel paradigma; bireyin
kişisel deneyimi üzerinde temellenen ve olay ve olguları değerlendirme
sürecinde başat rol üstlenen değerler ve anlayışlar bütünü; genel bakış
açısıdır. Çevremizde olup biteni, paradigmamızın çerçevelediği ve bir anlamda sınırladığı
pencereden bakarak değerlendiririz. Hayattan beklentilerimiz; görgü ve
eğitimimiz; içinde bulunduğumuz çevrenin baskısı; sosyal, siyasal ve ekonomik
ortam bireysel paradigmamızın çerçevesini belirler. Bu paradigma da davranış ve
kararlarımızı belirler. Bireysel paradigma, özellikle belli bir yaştan sonra
bir alışkanlıklar bütünü haline gelir. Belli bazı durumlar karşısında
takınacağımız tavrın bilinen ve beklenen doğrultuda gerçekleşmesini;
mekanikleşmiş hal ve tavırlar geliştirmemizi sağlar. Bu açıdan, o tutumumuzun
doğru olmadığını gösteren ilk tecrübeye kadar, belli bir süre güvenlidir. Bir
örnekle tanımı desteklemeye çalışayım.
Pencereden bakarken,
tanımadığımız bir insanın sevdiğimiz birine sert jestler ve el kol
hareketleriyle bir şeyler söylediğini gördüğümüzü düşünelim. İlk aklımıza
gelecek şey genellikle bir tartışma olduğudur ve olasılıkla, sevdiğimiz
kimsenin sözlü tacize maruz kaldığına hükmederiz. Ve belki müdahale etmek üzere
pencereyi açarız. Diyelim ki, pencereyi açıp gerçekleşmekte olan sahnenin
seslerini de duymaya başladık. Ve gördük ki, olup biten aslında bir tartışma
değil. El kol hareketleri yapan kişi, aslında daha önce gerçekleşmiş hararetli
bir olayı canlandırmaya çalışıyor. Yani bir hikaye anlatıyor. Olayla ilgili
bütün değerlendirmelerimiz birdenbire değişir. Çünkü artık daha çok bilgi
sahibiyizdir. Olay aynı olaydır. Hiçbir değişiklik olmamıştır. Ancak yargılama
yaparken kullandığımız enformasyon değişmiştir. Paradigmamız değişmiştir.
Buradan şu sonuca varmak artık kolay: Olup bitene dair edindiğimiz bilgi
arttıkça, bizim olaylar karşısındaki tutum ve davranışlarımız da değişir.
Ulaştığım sonucu biraz daha zorlayarak şunu da söyleyebilirim: manipüle
edilmediyseniz, bu değişim muhtemelen olumlu bir değişim olacaktır.
Bilgeliğin genel olarak
sabır, sükunet ve ağırbaşlılıkla ilişkilendirilmesi geliyor aklıma.
Bilgi sahibi olmak
paradigmalarımızda kaymalara neden olur. Bilgimiz arttıkça paradigmalarımızla
beraber benliğimiz, karakterimiz de değişir. Peki, sürekli değişen bir kişilik
düşüncesi tedirgin edici değil midir? Bana göre öyledir.
Bu noktada sorabileceğimiz
sorulardan biri şu: çevremizin baskısı ve hayatın zorlamalarıyla oluşan
paradigmaların güvenli çerçevesi içinde kalmak mı yeğdir? Yoksa sınırlarını
giderek daha geniş alanlara doğru ittirdiğimiz bir anlayış ve paradigmalardan
olabildiğince bağımsız bir bakış edinmek, daha mı iyidir?
Peki paradigmalardan bağımsız
kalmak mümkün müdür?
Meselenin diğer yanında ele
aldığımız toplumsal paradigma kavramıysa; o topluluk içinde genel kabul görmüş,
geçerli kabul edilmiş her türlü değer ve anlayışın; toplumsal algılama ve
değerlendirme eğilimlerinin bütünüdür. Bir toplumda, genellikle tek bir hakim
paradigmadan söz edilir. Yani o toplumun genel değerlendirme alışkanlıkları;
her türlü sosyal, ekonomik ve siyasi olay ve olguyu anlayıp, değerlendirirken
kullanılan genel görüşler ve yönelimleri işaret eder.
Devrimler,
paradigmaların değişmesi olayıdır. Değişen koşullar doğrultusunda giderek
güçlenen bir paradigma; hükmünü kaybeden paradigmanın yerini almak üzere yeni
çerçeveler ve bakış açıları getirir, eskisinin yerine koyar
İster bireysel, ister
toplumsal paradigma olsun; mutlaka belirli bir döneme aittirler. Toplumsal
hayatta veya birey hayatında çeşitli nedenlerle meydana gelen bir takım kırılma
noktaları yaşanır. Devrim niteliğindeki bu kırılmalar, hakim paradigmanın yıkılmasına ve yerine yeni
birinin hakim olmasına neden olur. Ya da şöyle demek mümkün: devrimler,
paradigmaların değişmesi olayıdır. Değişen koşullar doğrultusunda giderek
güçlenen bir paradigma; hükmünü kaybeden paradigmanın yerini almak üzere yeni
çerçeveler ve bakış açıları getirir, eskisinin yerine koyar. Artık olup
bitenler bu yeni bakış açısıyla değerlendirilecektir.
Eskimiş paradigmayı tahtından
etmek üzere isyan etmek ve yerleştiği tahttan inmemek için direnmek, toplumsal
paradigmanın doğasıdır. Yeni doğrular bulduğu savıyla gelir; varlığını baki
kılmanın koşullarını oluşturur ve toplumun üzerine çöker. Bu zafer anında ne
kadar kabul görürse, hayatın o kadar çok alanında kendi kurumlarını oluşturma
imkanı bulur. Paradigma bürokrasidir. Şablonlar silsilesidir, tabuların
kütüphanesidir. Hakim paradigmanın kurduğu sistem ne kadar güçlüyse, müsaade
etmediği bakış ve yaklaşımlar da o kadar dışlanır, ötelenir.
İlle bir örnek vermek
gerekmiyor. Bizlerin de herhangi bir mekanda, alenen eleştiremeyeceğimiz
görüşler, akımlar ya da kimseler olup olmadığını bir an düşünelim. Paradigmanın
kendine özgü idolleri, kendine özgü tabularla korunur.
Yüzyılın başında, üzerinde
yaşadığımız topraklarda, üstyapı baskısıyla gerçekleştirilmiş paradigma
kaymasının açık bir örneği yaşandı.
Kulluk, saltanat ve emperyal
yayılmacılık üçlemesi üstüne kurulu imparatorluk paradigması, miadını
doldurduğunda bugün cumhuriyet kadroları dediğimiz yenilikçi çevrelerin
geliştirdiği paradigma, 19’uncu yüzyılın sonlarında hakimiyetini kurmaya
başladı. Bu süreci hepimiz biliyoruz. Burada işaret etmek istediğim şey, yeni
paradigmanın temsilcilerinin, hükmetmeye başlar başlamaz paradigmaya aykırı
unsurları, getirdikleri yeni anlayış bağlamında dönüştürme, değilse
rasyonelleştirme çabasına girmesidir. Bu çaba, aykırı unsurlar sözüyle
özetlediğim muhalif yapılara ait kavram ve değerleri manipüle etme; bunların
içeriğini değiştirme yoluyla yapılır.
Manipülasyon faaliyetlerinin
zamana yayılan ve yavaş ilerleyen bir süreci gerektirdiğini vurgulamak gerek.
Oysa devrim ertesinde, yeni paradigmanın kendini korumaya yönelik kurumları
oluşturması için yeterli zaman olmayabilir. Bu durumda yeni paradigmanın
temsilcileri ne kadar aceleciyse, kurumsallaşma o kadar hızlı ve kıyım da o kadar
acı verici olur.
Mao Tse Tung |
Burada Mao Tse Tung’dan bir
alıntı yapmak istiyorum:
“Devrim, sosyal bir akşam yemeği
değildir. Entelektüel bir olay; sanatsal bir eskiz veya bir oya işlemesi de
değildir. Nezaket ve itinayla yapılamaz. Devrim bir şiddet hareketidir.”
Huzur ve mutluluk sağlama
vaadiyle yeni paradigmalar öneren önderler, kendilerine ait kurumları
oluşturduktan sonra, paradigmanın direncini arttırmaya yönelik bir dizi
etkinlik içinde olur. İşte manipülasyon kavramının paradigmayla ilişkisi bu
aşamada belirginleşir. Paradigmanın, kendi varlığını tehdit altına düşürecek
aykırı hal, durum ve unsurlar karşısındaki direncini arttırmanın; o paradigmaya
aykırı hal ve durumları rasyonelleştirmenin yollarından biri, en önemlisi,
manipülasyon faaliyetleridir. Manipülasyon faaliyetlerini şu üç kavramla
özetlemeye çalışacağım: ajitasyon (kışkırtma), provokasyon (kalabalıklarda
korku duygusunu açığa çıkarmaya yönelik, planlı eylem) ve kavramların
içini boşaltmak için; slogan.
"Tek millet, tek imparatorluk, tek lider" |
Paradigma kendine özgü bakış
ve anlayış şablonları ile sloganlar üretir. Giderek, toplumun geniş kesimlerini
ilgilendiren sorunlar için sloganlar yoluyla açılımlar sunar. Sloganlar içerik
açısından basit ve doğru, akılda kalıcı ve rahatsız edici ölçüde rasyonel (!)
yargılardır. Çok kimse, sloganla tanıştığında meselenin gerçek açılımını
bulduğuna kanaat getirir. (örn. “Türkiye Türklerindir!”) Basit ve doğru... (!)
Sloganların ilginç bir başka
özelliği de istemsizce tekrarlanabilir olmalarıdır. Bir çoğunun ezgisi veya en
azından bir ritmi vardır ve bazen kendimizi aklımız başka yerde olmasına rağmen
bir sloganı tekrar edip dururken yakalayıveririz. Sloganlar, sorunları çözmez;
sorunun kaynağını işaret eden; hazırlanıp, paketlenmiş cevaplar sunar. Hiçbir
sıkıntıyı çözüme götürmez ve ama kitlelerin heyecan ve hezeyanlarını
kışkırtarak; içlerinde biriken öfkeyi yönlendirir; sosyal-siyasal öfkeyi manipüle eder.
Bu sayede; mesela, yoksulluk
ve sefaletten şikayet etmesi beklenen; pek çoğu birbirinden farklı etnik kökene
sahip milyonlar, toplumun bütün bireylerinin aynı etnik kökenden olmadığından
şikayet etmeye başlar. Yine bu sayede, örneğin ülkedeki kötüye gidişin
sorumlularıyla, milyonların gurur duyması sağlanabilir. "Türkiye kimlerle gurur duyuyor veya duyuyordu", hatırlayın...
Metnin başından beri
kavramı olumsuzlayıp duruyorum ama, insan hayatında paradigmanın yokluğu
düşünülemez. Devrimler, eskisinin yerine yenisini koyar. Ama bu durum;
paradigmanın statükoya dair ve onunla yekvücut
bir kavram olduğu gerçeğini de değiştirmez. Yani kanımca, her devrim;
kendi hükümdarlığını kurma yolunda çabalarken; özgün paradigmasını ortaya koyar
ve eski paradigmanın: yani düşmanının, yerine geçer. Paradigma statükodur.
Devrimci Robespierre, kendine ait paradigmasının giyotinine gidiyor... |
Dolayısıyla, paradigmanın
kendisi değilse bile; benimsediği paradigmanın ellerinden kayıp gidebileceğini
kabullenemeyen kimseler batıldır.
Bunlar üzerinde durduktan
sonra, ülkemizde son dönemde yaşanan ve mutlak surette çok acı verici olan bazı
gelişmeleri, konumuz açısından son derece elverişli örnekler sunması hasebiyle
hatırlamak istiyorum.
Avrupa Birliği'ne üyelik
süreciyle birlikte, Türkiye Cumhuriyeti'nde uzun süredir (bana göre 1946'dan
beri) hakimiyetini sürdüren paradigma, özellikle 1983 seçimlerini takiben
başlayan süreçle, güvenilir kalelerini yavaş yavaş ama kesin bir şekilde
yitirmeye başladı. Bu tarihe kadar şenlikli hükümdarlığını sorumsuzca sürmüş ve
ülkede hakim tek paradigma olmanın tadını çıkarmıştı.
Cemil Meriç |
Ancak 1983 seçimleriyle
başlayan yeni süreç; kamuoyunda engellenemez bir bakış açısı değişikliğini; bir
paradigma kayması sürecini tetikledi. Hakim paradigma ile yeni paradigma
arasındaki şiddetli sürtüşme yüzeyde Avrupa Birliği'ne üyelik süreci etrafında;
derinlerdeyse, hakim paradigmadan beslenen çevreler ve bu hakimiyete son vermek
isteyen çevrelerin çıkarları odağında devam ediyor.
Burada ilginç olan, yepyeni
bir bakış açısı ve toplumun önünde yeni açılımlar öneren tarafın, kendini
devrimci ve ilerici sıfatlarıyla etiketleyen hakim paradigmanın önderleri değil; yine hakim
paradigma tarafından gerici ve muhafazakar sıfatlarıyla etiketlenen çevrelerin olmasıdır.
İdris Küçükömer |
Bu noktada İdris Küçükömer'i
ve Cemil Meriç'i hatırlamak mümkün. Toplumsal paradigmaların önerilerine rağbet
etmeyen bu iki sessiz düşünür; ne sağda ne solda yeterince itibar görmüş: ama
işaret etmeye çalıştığım bugünkü paradigmalar savaşını ve savaşın taraflarının
kimlerden oluşacağını, yıllar öncesinden öngörmüşlerdi. Öngörüleri,
paradigmalar arasındaki sürtüşmenin iyice kızıştığı bugünlerde, hala hiçbir
tarafta itibar görmüyor. Dönüp bakan yok.
Hakim paradigmanın mücadeleyi
kazanıp kazanmayacağını bilemeyiz. Ancak sonuç ne olursa olsun; hükmeden
paradigma ya kendisini yenilemek zorunda kalacak; ya da tahtını kaybedecek. Her
durumda yeni bir paradigma söz konusu olacak. Yeni paradigma, kullanageldiğimiz
kavramların içini kendince doldurup içeriklerini yenileyecek; yeni bakış
açıları sunacak. Getirdiği yeni anlayışın genel kabul görmesi sürecinde
manipülasyon kampanyaları düzenleyecek ve eskimiş kavramlarımızı cilalayıp,
yepyeni formlarda kullanıma sokacak.
Sözcüklerimizin evrildiğini, anlamlarının
değiştiğini göreceğiz. Örneklerini hepimiz biliriz. Bunlar arasında bazı etik
değerleri anlatan sözcüklerin geçirdiği içerik erozyonu can acıtıcı
örneklerdir. Kavramların manipülasyonuna dair akıl almaz bir cüretten beslenen
çok çarpıcı birkaç tanesi Nazi Almanyasından hatırladığımız sloganlardır: “Freiheit ist Sklaverei” (Özgürlük, köleliktir), Lüge ist Wahrheit (Yalan doğrudur), Ignoranz ist Stärke (Cehalet güçtür) ve “Krieg ist Frieden” (Savaş, barıştır). 'Akıl almaz!' diyorum ama
paradigmaları, onların sunduğu yaklaşımları ve önerdiği sloganları aklın alması
gerekmiyor. Bu tecrübeler yaşanmış.
Burada anmadığım, sosyal
paradigmalar dışında kalan ve bilim çevrelerinde etkili olan –hakim olan demek
istemiyorum- paradigmalardan da söz edilir. Bilimsel paradigmalar, o alanda
çalışan bilim insanlarının konuya nasıl bir pencereden yaklaşacağına dair
çerçeveler çizer.
Vardığım sonuç şudur: bilim gelişebilmekteyse, cesur bilim
insanlarının kendi bakışlarını çevreleyen çerçevelere mutlak bir güven duymuyor
olmalarındandır.
Milos Forman'ın 'Amadeus' adlı filminde Murray Abraham, Salieri rolünde |
Aynı şey, sanat için de geçerli olabilir. Amadeus adlı filmi
izlemiş olanlarınız hatırlar. Gerçek hikayenin filmle ne kadar örtüştüğü tartışılır
belki, bilemiyorum. Ancak filmde dönemin ‘müzik insanı’ paradigmasının esiri
olmuş başarısız Salieri karakteriyle; sürekli geliştirdiği kendi
paradigmasına inanan Mozart karakterinin çatışması canlandırılır.
Şüphe etmeliyiz.
Bilim gelişebilmekteyse, cesur bilim insanlarının kendi bakışlarını çevreleyen çerçevelere mutlak bir güven duymuyor olmalarındandır.
YanıtlaSilİyi ki bilgi var iyi ki sorgulamak var...
Harika bir yazı olmuş elinize sağlık