22 Temmuz 2012 Pazar

Manipülasyondan paradigmaya


Eskimiş paradigmayı tahtından etmek üzere isyan etmek ve yerleştiği tahttan inmemek için direnmek, toplumsal paradigmanın doğasıdır. Paradigma, yeni doğrular bulduğu savıyla gelir; varlığını baki kılmanın koşullarını oluşturur ve toplumun üzerine çöker. Bu zafer anında ne kadar kabul görürse, hayatın o kadar çok alanında kendi kurumlarını oluşturma imkanı bulur. Paradigma bürokrasidir. Şablonlar silsilesidir, tabuların kütüphanesidir. Hakim paradigmanın kurduğu sistem ne kadar güçlüyse, müsaade etmediği bakış ve yaklaşımlar da o kadar dışlanır, ötelenir. 

Çok iddialı görünen bu başlık altında anlatacaklarım, bu iki kavramla ilgili geniş bir çalışmanın sonucu değil. Niyetim sadece, manipülasyon ve paradigma kavramlarının birbiriyle nasıl ilişkilendiğine dair tartışmaktır.

“Bilginin Manipülasyonu” başlıklı önceki metinde manipülasyon kavramı için şu tanımı getirdim: manipülasyon kaynağında elde edilen bilgiyi (enformasyon) belirli bir amaç doğrultusunda yeni bir forma büründürme; yani kaynaktaki saf halinden farklı bir işlev kazanmasını sağlama ve bilginin bu yeni halini yayma işlemidir.

Kameranın paradigması neyi gösterir?
Esas olan, bu tanımdan yola çıkarak manipülasyon işleminin kamuoyu oluşturma yolunda nasıl ve ne kadar etki edebileceği sorusudur. Bir başka deyişle amacım, manipülasyon olgusunun paradigma kavramıyla olan ilişkisine değinmek; belki ulaştığım bazı sonuçları duyurmak ve daha çok konumuzla ilgili sorular üretmektir. Önce paradigma kavramı üzerinde biraz durmayı istiyorum.

Paradigma, hakkında uzun süre kafa yormuş sosyologların bile birbirinden çok farklı tanımlar getirdiği bir kavram. Paradigma sözünü ilk kez kullanan sosyolog Thomas Kuhn, toplumsal devrimleri incelediği yapıtında kavram için 11 farklı tanım getirmiş. Aynı kavrama farklı tanımlamalar getirmek, kafa karıştırıcı gibi görünüyor. Ama bana kalırsa, bir kavramın tanımından çok emin olamama hali; sosyal bilimlerin esnek paradigmaları çerçevesinde ve sürekli dalgalanan zemini üzerinde, ancak bilimsel olma çabasına dayanan bir yaklaşımdan kaynaklanıyor olabilir.

Paradigma, en kestirme anlatımla, belli bir dönem için olayları ve olguları değerlendirme sürecinde; bireylerin veya toplulukların bakışını belirleyen  değerler ve anlayışlar bütünü; bir bakış açısı; bir çerçeve önerisidir

Tanımla ilgili ayrıntılar üzerinde fazla durmadan, sözünü ettiğim birçok farklı tanım arasından; bizim bağlamımıza en çok uyan tanımı kullanacağım: Paradigma, en kestirme anlatımla, belli bir dönem için olayları ve olguları değerlendirme sürecinde; bireylerin veya toplulukların bakışını belirleyen  değerler ve anlayışlar bütünü; bir bakış açısı; bir çerçeve önerisidir.

Burada kavramın tanımı yanında, başka niteliklerine de özel vurgular yapmak gerekiyor. Önce şu ayrımı ortaya koyalım: ‘bireylerin veya toplulukların’ diyerek iki ayrı noktayı vurgulamış oldum. Yani toplumsal paradigmalardan ve bireysel paradigmalardan söz etmek mümkün.

Bireysel paradigma; bireyin kişisel deneyimi üzerinde temellenen ve olay ve olguları değerlendirme sürecinde başat rol üstlenen değerler ve anlayışlar bütünü; genel bakış açısıdır. Çevremizde olup biteni, paradigmamızın çerçevelediği ve bir anlamda sınırladığı pencereden bakarak değerlendiririz. Hayattan beklentilerimiz; görgü ve eğitimimiz; içinde bulunduğumuz çevrenin baskısı; sosyal, siyasal ve ekonomik ortam bireysel paradigmamızın çerçevesini belirler. Bu paradigma da davranış ve kararlarımızı belirler. Bireysel paradigma, özellikle belli bir yaştan sonra bir alışkanlıklar bütünü haline gelir. Belli bazı durumlar karşısında takınacağımız tavrın bilinen ve beklenen doğrultuda gerçekleşmesini; mekanikleşmiş hal ve tavırlar geliştirmemizi sağlar. Bu açıdan, o tutumumuzun doğru olmadığını gösteren ilk tecrübeye kadar, belli bir süre güvenlidir. Bir örnekle tanımı desteklemeye çalışayım.

Pencereden bakarken, tanımadığımız bir insanın sevdiğimiz birine sert jestler ve el kol hareketleriyle bir şeyler söylediğini gördüğümüzü düşünelim. İlk aklımıza gelecek şey genellikle bir tartışma olduğudur ve olasılıkla, sevdiğimiz kimsenin sözlü tacize maruz kaldığına hükmederiz. Ve belki müdahale etmek üzere pencereyi açarız. Diyelim ki, pencereyi açıp gerçekleşmekte olan sahnenin seslerini de duymaya başladık. Ve gördük ki, olup biten aslında bir tartışma değil. El kol hareketleri yapan kişi, aslında daha önce gerçekleşmiş hararetli bir olayı canlandırmaya çalışıyor. Yani bir hikaye anlatıyor. Olayla ilgili bütün değerlendirmelerimiz birdenbire değişir. Çünkü artık daha çok bilgi sahibiyizdir. Olay aynı olaydır. Hiçbir değişiklik olmamıştır. Ancak yargılama yaparken kullandığımız enformasyon değişmiştir. Paradigmamız değişmiştir. Buradan şu sonuca varmak artık kolay: Olup bitene dair edindiğimiz bilgi arttıkça, bizim olaylar karşısındaki tutum ve davranışlarımız da değişir. Ulaştığım sonucu biraz daha zorlayarak şunu da söyleyebilirim: manipüle edilmediyseniz, bu değişim muhtemelen olumlu bir değişim olacaktır.

Bilgeliğin genel olarak sabır, sükunet ve ağırbaşlılıkla ilişkilendirilmesi geliyor aklıma.

Bilgi sahibi olmak paradigmalarımızda kaymalara neden olur. Bilgimiz arttıkça paradigmalarımızla beraber benliğimiz, karakterimiz de değişir. Peki, sürekli değişen bir kişilik düşüncesi tedirgin edici değil midir? Bana göre öyledir.

Bu noktada sorabileceğimiz sorulardan biri şu: çevremizin baskısı ve hayatın zorlamalarıyla oluşan paradigmaların güvenli çerçevesi içinde kalmak mı yeğdir? Yoksa sınırlarını giderek daha geniş alanlara doğru ittirdiğimiz bir anlayış ve paradigmalardan olabildiğince bağımsız bir bakış edinmek, daha mı iyidir?

Peki paradigmalardan bağımsız kalmak mümkün müdür?

Meselenin diğer yanında ele aldığımız toplumsal paradigma kavramıysa; o topluluk içinde genel kabul görmüş, geçerli kabul edilmiş her türlü değer ve anlayışın; toplumsal algılama ve değerlendirme eğilimlerinin bütünüdür. Bir toplumda, genellikle tek bir hakim paradigmadan söz edilir. Yani o toplumun genel değerlendirme alışkanlıkları; her türlü sosyal, ekonomik ve siyasi olay ve olguyu anlayıp, değerlendirirken kullanılan genel görüşler ve yönelimleri işaret eder.

Devrimler, paradigmaların değişmesi olayıdır. Değişen koşullar doğrultusunda giderek güçlenen bir paradigma; hükmünü kaybeden paradigmanın yerini almak üzere yeni çerçeveler ve bakış açıları getirir, eskisinin yerine koyar

İster bireysel, ister toplumsal paradigma olsun; mutlaka belirli bir döneme aittirler. Toplumsal hayatta veya birey hayatında çeşitli nedenlerle meydana gelen bir takım kırılma noktaları yaşanır. Devrim niteliğindeki bu kırılmalar,  hakim paradigmanın yıkılmasına ve yerine yeni birinin hakim olmasına neden olur. Ya da şöyle demek mümkün: devrimler, paradigmaların değişmesi olayıdır. Değişen koşullar doğrultusunda giderek güçlenen bir paradigma; hükmünü kaybeden paradigmanın yerini almak üzere yeni çerçeveler ve bakış açıları getirir, eskisinin yerine koyar. Artık olup bitenler bu yeni bakış açısıyla değerlendirilecektir.

Eskimiş paradigmayı tahtından etmek üzere isyan etmek ve yerleştiği tahttan inmemek için direnmek, toplumsal paradigmanın doğasıdır. Yeni doğrular bulduğu savıyla gelir; varlığını baki kılmanın koşullarını oluşturur ve toplumun üzerine çöker. Bu zafer anında ne kadar kabul görürse, hayatın o kadar çok alanında kendi kurumlarını oluşturma imkanı bulur. Paradigma bürokrasidir. Şablonlar silsilesidir, tabuların kütüphanesidir. Hakim paradigmanın kurduğu sistem ne kadar güçlüyse, müsaade etmediği bakış ve yaklaşımlar da o kadar dışlanır, ötelenir.

İlle bir örnek vermek gerekmiyor. Bizlerin de herhangi bir mekanda, alenen eleştiremeyeceğimiz görüşler, akımlar ya da kimseler olup olmadığını bir an düşünelim. Paradigmanın kendine özgü idolleri, kendine özgü tabularla korunur.

Yüzyılın başında, üzerinde yaşadığımız topraklarda, üstyapı baskısıyla gerçekleştirilmiş paradigma kaymasının açık bir örneği yaşandı.

Kulluk, saltanat ve emperyal yayılmacılık üçlemesi üstüne kurulu imparatorluk paradigması, miadını doldurduğunda bugün cumhuriyet kadroları dediğimiz yenilikçi çevrelerin geliştirdiği paradigma, 19’uncu yüzyılın sonlarında hakimiyetini kurmaya başladı. Bu süreci hepimiz biliyoruz. Burada işaret etmek istediğim şey, yeni paradigmanın temsilcilerinin, hükmetmeye başlar başlamaz paradigmaya aykırı unsurları, getirdikleri yeni anlayış bağlamında dönüştürme, değilse rasyonelleştirme çabasına girmesidir. Bu çaba, aykırı unsurlar sözüyle özetlediğim muhalif yapılara ait kavram ve değerleri manipüle etme; bunların içeriğini değiştirme yoluyla yapılır.

Manipülasyon faaliyetlerinin zamana yayılan ve yavaş ilerleyen bir süreci gerektirdiğini vurgulamak gerek. Oysa devrim ertesinde, yeni paradigmanın kendini korumaya yönelik kurumları oluşturması için yeterli zaman olmayabilir. Bu durumda yeni paradigmanın temsilcileri ne kadar aceleciyse, kurumsallaşma o kadar hızlı ve kıyım da o kadar acı verici olur.

Mao Tse Tung
Burada Mao Tse Tung’dan bir alıntı yapmak istiyorum:

“Devrim, sosyal bir akşam yemeği değildir. Entelektüel bir olay; sanatsal bir eskiz veya bir oya işlemesi de değildir. Nezaket ve itinayla yapılamaz. Devrim bir şiddet hareketidir.”

Huzur ve mutluluk sağlama vaadiyle yeni paradigmalar öneren önderler, kendilerine ait kurumları oluşturduktan sonra, paradigmanın direncini arttırmaya yönelik bir dizi etkinlik içinde olur. İşte manipülasyon kavramının paradigmayla ilişkisi bu aşamada belirginleşir. Paradigmanın, kendi varlığını tehdit altına düşürecek aykırı hal, durum ve unsurlar karşısındaki direncini arttırmanın; o paradigmaya aykırı hal ve durumları rasyonelleştirmenin yollarından biri, en önemlisi, manipülasyon faaliyetleridir. Manipülasyon faaliyetlerini şu üç kavramla özetlemeye çalışacağım: ajitasyon (kışkırtma), provokasyon (kalabalıklarda korku duygusunu açığa çıkarmaya yönelik, planlı eylem) ve kavramların içini boşaltmak için; slogan.

"Tek millet, tek imparatorluk, tek lider"
Paradigma kendine özgü bakış ve anlayış şablonları ile sloganlar üretir. Giderek, toplumun geniş kesimlerini ilgilendiren sorunlar için sloganlar yoluyla açılımlar sunar. Sloganlar içerik açısından basit ve doğru, akılda kalıcı ve rahatsız edici ölçüde rasyonel (!) yargılardır. Çok kimse, sloganla tanıştığında meselenin gerçek açılımını bulduğuna kanaat getirir. (örn. “Türkiye Türklerindir!”)  Basit ve doğru... (!)

Sloganların ilginç bir başka özelliği de istemsizce tekrarlanabilir olmalarıdır. Bir çoğunun ezgisi veya en azından bir ritmi vardır ve bazen kendimizi aklımız başka yerde olmasına rağmen bir sloganı tekrar edip dururken yakalayıveririz. Sloganlar, sorunları çözmez; sorunun kaynağını işaret eden; hazırlanıp, paketlenmiş cevaplar sunar. Hiçbir sıkıntıyı çözüme götürmez ve ama kitlelerin heyecan ve hezeyanlarını kışkırtarak; içlerinde biriken öfkeyi yönlendirir; sosyal-siyasal öfkeyi manipüle eder.

Bu sayede; mesela, yoksulluk ve sefaletten şikayet etmesi beklenen; pek çoğu birbirinden farklı etnik kökene sahip milyonlar, toplumun bütün bireylerinin aynı etnik kökenden olmadığından şikayet etmeye başlar. Yine bu sayede, örneğin ülkedeki kötüye gidişin sorumlularıyla, milyonların gurur duyması sağlanabilir. "Türkiye kimlerle gurur duyuyor veya duyuyordu", hatırlayın...

Metnin başından beri kavramı olumsuzlayıp duruyorum ama, insan hayatında paradigmanın yokluğu düşünülemez. Devrimler, eskisinin yerine yenisini koyar. Ama bu durum; paradigmanın statükoya dair ve onunla yekvücut  bir kavram olduğu gerçeğini de değiştirmez. Yani kanımca, her devrim; kendi hükümdarlığını kurma yolunda çabalarken; özgün paradigmasını ortaya koyar ve eski paradigmanın: yani düşmanının, yerine geçer. Paradigma statükodur.

Devrimci Robespierre, kendine ait paradigmasının giyotinine gidiyor...
Dolayısıyla, paradigmanın kendisi değilse bile; benimsediği paradigmanın ellerinden kayıp gidebileceğini kabullenemeyen kimseler batıldır.

Bunlar üzerinde durduktan sonra, ülkemizde son dönemde yaşanan ve mutlak surette çok acı verici olan bazı gelişmeleri, konumuz açısından son derece elverişli örnekler sunması hasebiyle hatırlamak istiyorum.

Avrupa Birliği'ne üyelik süreciyle birlikte, Türkiye Cumhuriyeti'nde uzun süredir (bana göre 1946'dan beri) hakimiyetini sürdüren paradigma, özellikle 1983 seçimlerini takiben başlayan süreçle, güvenilir kalelerini yavaş yavaş ama kesin bir şekilde yitirmeye başladı. Bu tarihe kadar şenlikli hükümdarlığını sorumsuzca sürmüş ve ülkede hakim tek paradigma olmanın tadını çıkarmıştı. 

Cemil Meriç
 Ancak 1983 seçimleriyle başlayan yeni süreç; kamuoyunda engellenemez bir bakış açısı değişikliğini; bir paradigma kayması sürecini tetikledi. Hakim paradigma ile yeni paradigma arasındaki şiddetli sürtüşme yüzeyde Avrupa Birliği'ne üyelik süreci etrafında; derinlerdeyse, hakim paradigmadan beslenen çevreler ve bu hakimiyete son vermek isteyen çevrelerin çıkarları odağında devam ediyor.

Burada ilginç olan, yepyeni bir bakış açısı ve toplumun önünde yeni açılımlar öneren tarafın, kendini devrimci ve ilerici sıfatlarıyla etiketleyen hakim  paradigmanın önderleri değil; yine hakim paradigma tarafından gerici ve muhafazakar sıfatlarıyla etiketlenen çevrelerin olmasıdır.

İdris Küçükömer
Bu noktada İdris Küçükömer'i ve Cemil Meriç'i hatırlamak mümkün. Toplumsal paradigmaların önerilerine rağbet etmeyen bu iki sessiz düşünür; ne sağda ne solda yeterince itibar görmüş: ama işaret etmeye çalıştığım bugünkü paradigmalar savaşını ve savaşın taraflarının kimlerden oluşacağını, yıllar öncesinden öngörmüşlerdi. Öngörüleri, paradigmalar arasındaki sürtüşmenin iyice kızıştığı bugünlerde, hala hiçbir tarafta itibar görmüyor. Dönüp bakan yok.

Hakim paradigmanın mücadeleyi kazanıp kazanmayacağını bilemeyiz. Ancak sonuç ne olursa olsun; hükmeden paradigma ya kendisini yenilemek zorunda kalacak; ya da tahtını kaybedecek. Her durumda yeni bir paradigma söz konusu olacak. Yeni paradigma, kullanageldiğimiz kavramların içini kendince doldurup içeriklerini yenileyecek; yeni bakış açıları sunacak. Getirdiği yeni anlayışın genel kabul görmesi sürecinde manipülasyon kampanyaları düzenleyecek ve eskimiş kavramlarımızı cilalayıp, yepyeni formlarda kullanıma sokacak. 

Sözcüklerimizin evrildiğini, anlamlarının değiştiğini göreceğiz. Örneklerini hepimiz biliriz. Bunlar arasında bazı etik değerleri anlatan sözcüklerin geçirdiği içerik erozyonu can acıtıcı örneklerdir. Kavramların manipülasyonuna dair akıl almaz bir cüretten beslenen çok çarpıcı birkaç tanesi Nazi Almanyasından hatırladığımız sloganlardır: “Freiheit ist Sklaverei” (Özgürlük, köleliktir), Lüge ist Wahrheit (Yalan doğrudur), Ignoranz ist Stärke (Cehalet güçtür) ve “Krieg ist Frieden” (Savaş, barıştır). 'Akıl almaz!' diyorum ama paradigmaları, onların sunduğu yaklaşımları ve önerdiği sloganları aklın alması gerekmiyor. Bu tecrübeler yaşanmış. 

Burada anmadığım, sosyal paradigmalar dışında kalan ve bilim çevrelerinde etkili olan –hakim olan demek istemiyorum- paradigmalardan da söz edilir. Bilimsel paradigmalar, o alanda çalışan bilim insanlarının konuya nasıl bir pencereden yaklaşacağına dair çerçeveler çizer. 

Vardığım sonuç şudur: bilim gelişebilmekteyse, cesur bilim insanlarının kendi bakışlarını çevreleyen çerçevelere mutlak bir güven duymuyor olmalarındandır. 

Milos Forman'ın 'Amadeus' adlı filminde Murray Abraham, Salieri rolünde
Aynı şey, sanat için de geçerli olabilir. Amadeus adlı filmi izlemiş olanlarınız hatırlar. Gerçek hikayenin filmle ne kadar örtüştüğü tartışılır belki, bilemiyorum. Ancak filmde dönemin ‘müzik insanı’ paradigmasının esiri olmuş başarısız Salieri karakteriyle; sürekli geliştirdiği kendi paradigmasına inanan Mozart karakterinin çatışması canlandırılır.

Şüphe etmeliyiz.

1 yorum:

  1. Bilim gelişebilmekteyse, cesur bilim insanlarının kendi bakışlarını çevreleyen çerçevelere mutlak bir güven duymuyor olmalarındandır.

    İyi ki bilgi var iyi ki sorgulamak var...

    Harika bir yazı olmuş elinize sağlık

    YanıtlaSil