12 Ağustos 2012 Pazar

Jargon, siyaset, propaganda

Merkezi otoriteye dayanan örgütlenmelerde göz ardı edilmemesi gereken bir problem var; jargon.

Jargon’un sözlüklerde anılan muhtelif karşılıkları arasından bazılarını sayalım: Aynı meslek veya topluluktaki insanların ortak dilden ayrı olarak kullandıkları özel dil veya söz dağarcığı (TDK); Dar bir çerçeveye özgü dil; Argo; Gündelik mesleki veya yöresel dil...

Merkezi otorite ile yönetilen yapılanmalarda en önemli unsurlardan biri jargondur. Jargonu diğer bütün jargonlardan ayıracak belli köşe taşları oluşturmak; kavramlar geliştirmek; mevcut kavramları manipüle etmek, özgün bir dil oluşturmak çok önemlidir. Bu dil sayesinde teşkilatın söylediği her şey, kendiliğinden onaylanmış olur. Bir defa sağlam bir jargon geliştirdiyseniz; bir süre sonra hata yapsanız veya yanlış ifadeler kullansanız bile söyleminizin işaret ettiği alışıldık bir anlam vardır ve söyledikleriniz doğrudan o anlamı işaret eder. Ki genellikle kalıplaşmış ve ezberlenmiş propaganda argümanları dışında bir şey söyleyen, bağımsızca konuşan kimse kalmaz, zaman içinde. Bu kapalı devre dil sistemi, bir dizi disiplin sorununu da sistematik şekilde aşmanızı sağlar. Oluşturduğunuz dil, bir süre sonra birbirini tanımanın, ayırt etmenin kodu haline gelir. Dilinizin işlevleri de bu yönde değişmeye başlar ama bireylerin artık bu süreci şekillendirmesi imkânsızlaşır. Siyasi jargonun amacı, çeşitli argümanlarla kıskıvrak yakaladığı insanları, dil ile tutsak etmektir. Bu türden örgütlenmelerin yayın organları, jargonu ve jargon sayesinde nasıl bir iletişim süreci üretildiğini görme şansı verirler.

Bu meselenin siyasi bir sahibi olmadığını belirtmekte fayda var. Merkezi otoriteye dayanan bütün yapılanmalarda özgün jargon oluşturma çabasını görürsünüz. Hatta bazı ticari işletmelerde bile! 

Jargon, bir gün bir takım devrimciler ortaya çıkıp işleri değiştirene kadar, o örgütü teslim alır. Belli bir jargonla konuşmaya başladığınızda, kullandığınız jargon başkaları için de aynı işlev üzerinden görev yapar. Tartışmak ve anlaşmak imkânsız hale gelir çünkü kullandığınız dil size özgüdür ve başkalarını, henüz konuşmaya başladığınız anda, dışlamış olursunuz. Siz, örneğin sivil haklardan bahsederken, karşınızdaki kişinin bundan ne anladığını, asla bilemez hale gelmişsinizdir. Yahut biri ‘demokratik örgütlenme’ diyor diyelim; sizin jargonunuzun demokratik sözü için önerdiği karşılık, bambaşkadır ve maalesef anlaşamazsınız. Siyasi jargon manipüle etme derdinde değildir. Jargon daha ziyade ve manipülasyona mahal bırakmayacak şekilde, topyekün bir iddianın dilidir. Bu konuda karşı karşıya gelip de birbirinin neden bahsettiğini bile anlamadan saatler geçiren tarafları konuk etmiş TV yayınlarını hatırlayın!…

Bir kavram başka başka zümrelerin dilinde başka başka anlamlar kazanırsa, o kavram zaman içinde ölür. Çünkü o kavramı kullanmaktan imtina eden farklı zümrelerden kalabalıklar oluşur. Öte yandan bir kavrama hayat veren şey, onun alabildiğine çok sayıda insan tarafından ortak anlamıyla kullanılabiliyor olmasıdır. 

Kavramların siyasi amaçlarla iğdiş edilmesine örnek verebileceğimiz ilginç bir olayı hatırlayalım. 2000 yılında cezaevlerine yönelik düzenlenen ve kamuoyuna "Hayata Dönüş Operasyonu" adıyla lanse edilen operasyonların asıl adının "Tufan" olduğunu yıllar sonra öğrenmiştik. Oniki siyasi mahkumun korkunç şekilde (bazı mahkumların, hala ne olduğunu öğrenemediğimiz bazı kimyasal maddelerle yakılarak...) öldürüldüğü operasyonun adının "Hayata Dönüş" olarak lanse edilmesini manidar bulmak ve ona göre değerlendirmek gerekir. 

Gerçek adının TUFAN olduğunu sonradan öğrendiğimiz Hayata Dönüş Operasyonu

Tam bu noktada meselemizi, kültürel çeşitlilik ve kültürel kimlik tartışmalarıyla karıştırmamayı öneriyorum. Çünkü hangi sözcüğün kimin etnik-kültürel varlığından sayılacağı, hangi kavramın ’kimlere’ ait olduğu ve kimin neyi kabul etmek zorunda olduğu gibi sorularla karşı karşıya kalırsınız. Ki bu sorular asla bilimin konusu olamazlar ve cevaplamanız imkânsızdır. Bu konu, olsa olsa çeviri çalışmalarının konusu olabilir.

Bir de özellikle siyasi örgütlenmeleri kastederek söylemek istiyorum; siyasi bir jargon geliştirmek ve o jargona dayalı bir dil oluşturmak propaganda süreçlerini de tıkar. Siyasi partilerin yayın organlarını düşünelim; genellikle dergiyi yayına hazırlayan insanlar ve bir grup partili dışında pek fazla okuyucuları yoktur. Peki, benim gibi düşünenler dışında kimsenin okumadığı bir yayınla ne kazanacağım? Bu yayınlar kapalı devre TV yayınlarıyla aynı işi görürler. Ancak bu işi görürler. 

Peki, bunları sıraladıktan sonra ne önerebiliriz?

Diyorum ki, edebiyatla iştigal etmek lazım. Okumak, başta Türkçe edebiyat olmak üzere ve çevrilmiş ise iyi çevrilmiş olanı seçerek, edebiyat okumak gerek.
Yaşayan dil oradadır; yaşayan ve gelişen, canlılığını arttıran, zenginleşen, hayatı büyüten, ölümü ve karanlığı hak ettiği yere iteleyen şey edebiyattır. Edebiyat derken iyisini kötüsünden ayırmak üzere kavgalar edelim, elbette! İyi olan kazansın! İyi edebiyatın öğreteceği dil; sağda veya solda, aptalca veya dahice kurgulanmış tüm jargonların siyaset arenasındaki faşizan hükümdarlıklarını yıkacaktır.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Üstünlük tutkusu ve ihtiras


Üstünlüğün, sürekli gözetilmesi durumunda; insan olmanın, iyi insan olmanın temel gerekliliklerini çiğneyerek, üstünlük hissine süreklilik kazandırma tutkusundan söz ediyorsak, bireyin kendi varoluşuna dair yansılar almasının başka yolunu bulamamış olmasından da söz ediyor olabiliriz. Bu durumda üstün olma halinin, başkalarının aşağı olmasına bağlanabildiğinden ve başkalarını aşağı görme, onları aşağı varlıklar olarak algılama ve değerlendirme alışkanlığından söz ediyoruz demektir. Birçok insanın, farklı nitelikleriyle muhakkak birbirine üstünlük sağlayacağını düşünürsek; bunu sürdürebilmenin, sürekli başkalarından üstün kalma çabasını yürütmenin ne denli zor olabileceğini tahayyül edebiliriz. Üstünlük tutkusunun bireysel doyuma çok çarpık ve sapkın biçimlerde hizmet edebildiğini biliyoruz. Kişinin, nedenini bilmediği yıkıcı ve yok edici davranışlarla çevresine zarar vermek pahasına kendi varlığının bir takım yansımalarını yaratmasının mümkün olduğunu biliyoruz. Varlığını ancak başkalarının acılarıyla duyumsayabilen, aslında süreğen bir ıstırap içinde yaşamakta olan ruhlar olduğunu da biliyoruz 

Birçok bakımdan yakın görünen bu iki kavramı önce ayrı, ayrı tanımlamayı; sonra özel bir bağlamda neye işaret edebileceklerini tartışıp, konuyu sınırlandırmayı; ardından da bu iki kavramı birbiriyle ilişkilendirmeyi deneyeceğim.

Üstünlük, her şeyden önce bir karşılaştırma deneyimini anlatır. Ele aldığım bağlamda insanın kendi varoluşunun, başkalarının varoluşu ile karşılaştırılması anlamına gelir. Varoluş, birçok başka tartışmada da olduğu gibi iyi bir başlangıç noktası olabilir. Peki; varoluşu, birey nasıl tanımlar? 
Üstünlük tutkusu, mutlaka güç kavramı ile birliktedir
Varlık hissi ya da varoluş hissi; yani bireysel varlığın ortaya konması, insanın kendi benliğini doğadaki yansımalardan yararlanarak, yine kendine döndürmesi yoluyla gerçekleşir. Başka bir deyişle bu süreci herhangi bir yöntemle işletemeyen kimseler, varlık bilincine yaklaşamazlar ve tanımlayamayacakları; nedenini bilemeyecekleri bir sıkıntıyla ömürlerini sürdürürler. Belki de tamamlarlar.

İnsan, tesadüfi olaylarla varoluş hazzını tadacak olur ve bu tesadüfi sürecin getirisini analiz etme yetisini geliştirebilirse; bunun sürdürülebilirliği ile ilgili düşünmeye başlar; hatta bazı çıkarımlarda bulunur. Üstünlük tutkusu, bu süreçlerden doğabilecek çeşitli birçok olgudan biridir. Aslına bakılırsa, üstünlüğe dayalı doyum arayışı, varoluşun doyurucu hissine götüren süreçler arasında en zor olanlarından da biridir. Çünkü bir başkasının varoluşu ile karşılaştırmalar yapmaya; başkalarının benliği karşısında insanın kendinde üstün nitelikler görmesine ve bu niteliklerini olabildiğince sergilemesine dayanır. Göstermek zorundadır çünkü ancak bu sayede bir takım yansımalar alabilecek; ancak bu sayede kendi varlığı ve etkinliği ile çevresinde bıraktığı etkiyi algılayıp, değerlendirebilecektir. Şöyle de söyleyebiliriz; kimseye göstermediğimiz bir üstünlüğümüzün insanlar için olsun, kendimiz için olsun; hiçbir anlamı yoktur.

Bu şekilde tarif ettiğimde kavrama olumsuz bir yaklaşım getiremiyorum. Çünkü tarif edilen süreç, son derece insani bir ihtiyacı tanımlıyor ve bu konuda alternatif olabilecek birçok yönteme göre “üstün”; yani, olumlu diyebileceğimiz insani nitelikler üzerinden işliyor.

Elbette, üstünlük tutkusunun olumsuz bir içerik kazanması mümkün. Üstünlüğün, sürekli gözetilmesi durumunda; insan olmanın, iyi insan olmanın temel gerekliliklerini çiğneyerek, üstünlük hissine süreklilik kazandırma tutkusundan söz ediyorsak, bireyin kendi varoluşuna dair yansılar almasının başka yolunu bulamamış olmasından da söz ediyor olabiliriz. 

Bu durumda üstün olma halinin, başkalarının aşağı olmasına bağlanabildiğinden ve başkalarını aşağı görme, onları aşağı varlıklar olarak algılama ve değerlendirme alışkanlığından söz ediyoruz demektir. 
Başladıktan sonra bitmeyen ıstırap

Birçok insanın, farklı nitelikleriyle muhakkak birbirine üstünlük sağlayacağını düşünürsek; bunu sürdürebilmenin, sürekli başkalarından üstün kalma çabasını yürütmenin ne denli zor olabileceğini tahayyül edebiliriz. 

Üstünlük tutkusunun bireysel doyuma çok çarpık ve sapkın biçimlerde hizmet edebildiğini biliyoruz. Kişinin, nedenini bilmediği yıkıcı ve yok edici davranışlarla çevresine zarar vermek pahasına kendi varlığının bir takım yansımalarını yaratmasının mümkün olduğunu biliyoruz. Varlığını ancak başkalarının acılarıyla duyumsayabilen, aslında süreğen bir ıstırap içinde yaşamakta olan ruhlar olduğunu da biliyoruz.

Burada üstünlük tutkusu diye andığımız kavramı bazı psikologlar, üstünlük kompleksi diye adlandırıyor ve gerçekte geri planda kalmış bir aşağılık kompleksine bağlıyorlar. Bu uzmanlara göre üstünlük kompleksiyle yaşayan bireyin, kendisinin mükemmel olduğu inancı vardır ve bu inanç, kendisiyle ilgili başa çıkamadığı ya da başa çıkmayı bütünüyle ertelediği bazı kanaatlerine dayanır. Bazı uzmanlar da üstünlük kompleksinin çocukluk dönemine dayanan bir geçmişi olabileceğini savlıyorlar. Bu uzmanların savına göre üstünlük kompleksi, erken yaşlarda başlayan “kendini özel hissetme” halinin ilerleyen yaşa ve pek çok “üstün” insanı tanıma fırsatına rağmen olanca yoğunluğuyla devam etmesinin bir sonucudur. Bunun nedeni bireyin başka doygunluk mekanizmaları geliştirmede yetersiz kalması olabilir. Psikolojinin önerdiklerine bakarsak, üstünlük kompleksi bir doygunluk, bir tatmin arayışıdır ve çoğu zaman bireyin çevresindekileri hırpalamasına ya da daha talihsiz biçimde, kendini hırpalamasına neden olur.

İhtiras
İhtiras insanlık deneyiminin ateşleyicisidir. İnsana dair bütün güzellikleri, ihtiraslı insanlar gerçekleştirdi. İhtiras, yetersizlikle birlikte olmadığı sürece evrensel mutluluğa giden yolumuzu aydınlattı ve aydınlatmaya devam edecek.

Yetersiz olma hali ile ihtiras kavramının ilişkisini iki türlü kuruyorum. Birincisi şöyle: insan ancak, yaşadığı ortamı, düşlediği gelecekle ilgili, yetersiz buluyorsa ihtiras sahibi olur. Hiçbir eksiklik veya ihtiyaç duymayan kimselerin ihtiraslı olması beklenemez.

İkincisi de şöyle: insan hayatını değiştirmek isteyebilir ve bunu bir ihtiras haline dönüştürebilir. Ancak yaşamı değiştirmek konusunda kendi benliği yetersiz kalabilir. Bu durumda olumlayabileceğimiz biçimde, kendi yetersizliklerini giderme yoluna gidebilir. Ya da yetersizliğinin yeterince farkında değildir, hatta mükemmel olduğu inancına sahiptir.

Burada, kifayetli muhterislerle ilgili bir derdim olmadığı için; dünyayı, insanlığın onurlu serüveni karşısında yetersiz bulan insanların deneyimlerinden söz etmeyeceğim. Başta da hatırladığım gibi birçoğunun yaşadığını ve dünyayı, kendilerinden önceki halinden daha güzel bir yer haline getirdiklerini biliyoruz. Aksi durumdaki insanların ise tarihimizde hangi tarifsiz acılara ve tanımsız felaketlere neden olduklarını biliyoruz. 

Buraya kadar tartıştıklarım, neresinden dolaşırsak dolaşalım, bizi insanın kendini tanımasıyla ilgili sorunsala götürüyor.

Varlığımı nasıl ifade edebilirim? Yaşamaktan ne yaparsam haz alabilirim? Hazzımı, aldığım doyumu insanlarla nasıl ve hangi yöntemlerle paylaşabilirim? İnsanlar, evrende bıraktığım ve bırakacağım izlerle ne kadar ilgilenecekler? Bütün bu süreçleri, ruhumu besleyebilecek şekilde idare edebilecek miyim? İyiyi ve güzeli yeniden üretmeye yarayacak yolları bulabilecek miyim? Bütün bu süreçleri yaşarken, başka insanların maceralarına neler katacağım? 

Daha kestirme bir soruyla devam edeyim: Ben kimim? Kim olacağım? 

Birçok felsefi öğretinin başlangıç sorusunu, bu tartışmada da hatırlamış olduk. Kişinin kendini tanımaya yönelik çabası, bir çok felsefi tartışmada olduğu gibi üstünlük ve ihtiras kavramları bağlamında da sağaltıcı sonuçlara götürebilir.

İnsanlığın ortak aklı genel olarak, insanın çevresini saran dünyayla boğuşmaya başlamadan önce kendine dönmesini (ya da ne zaman akıl edebildiyse, o zaman kendine dönmesini!); kendini sürekli yenilediği ve yinelediği bir çabayla tanımasını ve bireysel doyum da alabileceği şekilde, kendini ifade etmesini öneriyor.

Kendini iyi ifade edebilen kişi, düşünceleriyle baş başa kalmaktan kurtulur. Kendini güzel ifade edebilen kişi, üstünlük gösterdiği özelliklerini başka insanların da yararına sergileme imkanı bulur.

İhtirasların, hastalıklı saplantılar haline gelmesi, yalnız kalan ve kendini yeterince ifade edemeyen kimseler için son derece kolay ve mümkündür. Yalnız kalan insan, etrafında olup bitenlerle ilgili değerlendirmeleri tek başına yapar. Yalnız kimseler, kendi düşünceleriyle baş başadır ve bunlar arasında en akılcı olana ikna oluverirler. Takdir edersiniz ki böyle bir durum, insanı; ne kadar çeşitlenirse, çeşitlensin aynı kaynaktan akan düşünceler arasındaki en iyi (!) seçeneğe götürür. Bu en iyi seçenek de genellikle kolayca rasyonalize edilmiş, sarılıp sarmalanarak, darbelere dayanıklı hale getirilmiş kalıp inanışlara dönüşmüştür. 

Yalnız insan yalnız düşünür
Böyleyse eğer, insan yalnız kalmamalıdır. Tabi, bazen öyle zannedilir ama kişinin başka insanlarla bir araya gelmesi, maalesef yalnızlığı tek başına önleyebilen bir durum değil. Her bireyin kendisini başkaları karşısında olabildiğince özgür biçimde ifade edebilmesi, başkalarına saygı duyması, başkalarını sevebilmesi ve başkalarını dinleyebilmesi bu sürecin vazgeçilmez gereklerindendir.

Peki, insan nasıl olur da kendisini özgürce ifade edebilir? 

İyi ve düzgün ifade etmesinin gerekliliğini bir an için kenara koyabilmeyi dileyerek şunu söyleyeceğim; en içten anlatılar sorumsuzluk hissiyle yapılanlardır. Yani yargılanmaktan korkmadan, anlayış hatta belki şefkat göreceğinden emin olarak. 



Bunun için 'anlatabildiğimiz' insanları hep ayrı bir yere koyarız. Herkes bir yana, o bir yanadır, hep. 

Böyle kimseleri olmayanlara ne yazık!...

Genellikle de gündelik hayatın sıradan ve gündelik sorgu alışkanlıklarından sıyrıldığımız felaket anlarında, yıkılış ve düşüş durumlarında, dibe vurmuşluğumuza denk gelen hallerde en samimi, en içten anlatılar dökülür ağzımızdan. Çünkü, daha kötüsüne yol açabilecek bir ifşaatımız olamayacağına inanırız, böyle hallerde. Özgürleşiriz (!)... Oysa, anlatabilmek için dibe vurmak zorunda olmasak, ne iyi değil mi!... 

Böyle yapabilsek ve doyurmakta zorluk çektiğimiz açlıklarımızı, 'Faydalanmak isteyebilirler mi?' diye düşünmeden, 'Yaralanır mıyım?' diye hesabetmeden insanlara özgürce itiraf edebilsek... Ne güzel olurdu!

Muhtemelen, “alabildiğine idealize ettiğimi” düşünüyorsunuz; haklısınız. Hiçbir zaman mümkün olmayacak bir süreci tarif ettim, belki. Ama zaten bu, nereye varacağını asla kestiremeyeceğimiz bir yolculuk değil mi? Olabildiği kadarını deneyemez miyiz? Ödülü muhtemel çok büyük olan bir seçenek olarak, elbette deneyebiliriz. Üstelik bu konuda engin bir insanlık tecrübesi var önümüzde. 

Edebiyatın, sanatın ve bütün blogların temel motivasyonu bu değil mi!...

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Televizyon

Özellikle ticari mesajları oluşturan kodların amacına ulaşabilmesi; o kodların, farklı izleyici tipleri açısından ortak anlamları olmasına bağlıdır. Bu ortaklık dilin, dolaylı olarak da kültürel anlamda farklı uçların yuvarlatılmasını gerektirir. Bu törpülenme süreci genellikle, gündelik hayatla örgülü yaşayan dil üzerinden yürür. Dil basitleştirilir; televizyon ekranından bazı kavramları -genellikle bir çoğunu birden- karşılaması için, yepyeni ve iğdiş sözcükler ilan edilir. Önce dil aşınır 


Televizyon, bireye ve toplumsal yaşama yönelik etkilerinin, çok farklı bağlamlarda ele alınarak; değerlendirmesinin, çok yönlü korelasyonlarla yapılması gerektiğine inandığım bir kitle iletişim aracıdır.

Televizyon, enformasyon kavramı içinde değerlendirilebilecek her türlü iletiyi -üstelik iletinin görsel ve işitsel unsurlarını eşzamanlı olarak- sunabilen, mucizevi bir araçtır. Çağdaş yaşamın en karmaşık ilişkilenme biçimi televizyon üzerinden gerçekleşir. Bu araç üzerinden yürüyen ilişkilenme ya da iletişim, o kadar karmaşıktır ki; bir değerlendirme sırasında değişkenlerden en az birini ihmal etmeden ilerleme kaydetmek zordur. İşin içinde düşünebileceğimiz unsurlardan belli başlılarını saymaya çalışayım... 

Bir kere televizyon yayıncılığı, ekonomik bir etkinliktir. Bu etkinlik sayesinde, örneğin, mal ya da hizmet üreten bir kuruluş, dağıtım alanı haritalarını artık konvansiyonel erişim olanaklarının imkan verdiği şekilde bir yarıçap üzerinden değil; çok büyük ölçeklere varabilen ve televizyon yayınlarının izlenebildiği parçalı bir coğrafya üzerinden hazırlayabilmektedir. 


İkinci önemli husus, televizyonun çok etkili bir enformasyon iletim aracı olmasıdır. Etkili olması, görsel algıya yönelik, ikna ediciliği yüksek mesajlar taşıyabiliyor olmasından kaynaklanır. İşitsel niteliğini de yabana atmadan, ama görsel algının insan algıları arasındaki özel durumuna bilhassa değinerek, görsellik kavramı için de bir tanım deneyeyim...

Görsellik
Ne kadar görürsem o kadar iyi (!)
Görsellik; bir uyaranın gözle algılanabilir niteliklerinin tümüdür. Dolayısıyla, başka bir bütünün tamamlayıcısı olarak düşünmek gerekir. Yani uyaranın, başka duyularla algılanabilen bütünlüklü uyarıcı etkisinin bir parçasıdır, ancak.

Görsellik kavramı, uyaranın algı sürecine etki eden tüm görsel unsurlarını anlatır. Kavramı iyi tanımak için görüntünün; renk, çizgi, desen, hareket ve doku gibi tamamlayıcı unsurları üzerinde düşünmek yardımcı olabilir. Teknik altyapı da görsellik üzerinde etkilidir. Yani, görüntünün hangi maddi yapı üzerinde ya da hangi ortamda (medya) varlık bulduğu da önemlidir. Keza, algılayıcının görsel algı eşikleri de, kavramla yakından ilgilidir.

Bir uyaranın, algılayana yönelen diğer nitelikleri arasında öne çıkan, algı sürecinin en hızlı (algılama ve değerlendirme süresi olarak ortalama 2 saniye dolayında) olduğu alandır, görsellik. Görüntüyü bloke eden bir engel yoksa ve görme duyusunun menzilini aşan bir mesafede değilsek, görsel materyali algılarız. 


Uyaranın görsel niteliği, algılayıcının bireysel denetim mekanizmalarından en hızlı ve en az sorunla geçen niteliğidir. Reklam ve propaganda etkinliklerinde daha çok tercih edilmesinin nedeni, budur

Görsel uyaranlarla ilgili "yoğunluk" kavramından da söz etmemiz lazım. Yoğunluğu da iki farklı şekilde anlıyorum; birincisi aynı anda çok sayıda görsel uyaranın adeta bombardıman halinde yayınlanmasını anlatır. İkincisi de tek bir görsel uyaranın içerik itibarıyla yoğun nitelik taşıması demektir. Genellikle görsel uyaranlarla çalışan iletişimciler yoğunluk konusunda, yoğunluğu yüksek tutma yönünde, özenli bir çaba içinde olurlar. 

Hızlı, denetimsiz ve en ucuz!

Çünkü uyaranın görsel niteliği, algılayıcının bireysel denetim mekanizmalarından en hızlı ve en az sorunla geçen niteliğidir. Reklam ve propaganda etkinliklerinde daha çok tercih edilmesinin nedeni, budur. Materyal ne kadar yoğun olursa vicdani, etik ve hukuki filtrelerimizde o kadar az oyalanır ve dağarcığımıza yerleşmek üzere, kişisel filtrelerimizden hızla ve rahatça geçer.

Görsellik, herkesin kolayca üretebileceği bir nitelik olmamakla da, ayrı durur. Görsel materyalin profesyonel üretim süreci, -maliyeti birbirinden farklı bir çok teknik mümkün olmakla beraber, genel olarak- çok pahalı, sürdürülebilirliği zor ve meşakkatlidir. Pahalı olmanın dışında; ciddi zihinsel ve akademik donanımı da gerektirir.

Bu araya televizyon yayınlarının kolay izlenebilir niteliğini de ilave etmek istiyorum. Bir kere TV alıcıları, ekonomik anlamda artık herkesin edinebildiği bir araçtır. 


Bir açıdan baktığımda, evlerimizde TV alıcısı bulundurmak için 'üstüne para veriyor' olduğumuza inanamadığımı söylemek isterim! İleri (ütopik) demokrasilerde, TV alıcısı bulundurmanın kamuoyunca neredeyse ayıplanacağı, TV alıcısı bulundurmak için bireylerin ciddi ödemeler talep edeceği veya bununla ilgili ihalelere çıkılabileceği gibi gelişmeler öngörüyorum.

Herkes kendi evimde...

Neyse... Herkeste TV alıcısı var. Her yerde yayın da var. İzlemek çok kolay. Uzaktan kumandanın düğmesine basıyorsunuz ve izliyorsunuz; oturarak, yatarak ve belki başka bazı şeylerle de ilgilenirken. Evin içinde televizyonun kapanması gerekmiyor. Dikkatinizi başka bir şeye yöneltmiş olabilirsiniz ve ama televizyon, işitsel anlamda size ulaşmaya devam eder. Sesleri seçerek, yaptığınız işe ara verebilir ve gözlerinizi ekrana çevirebilirsiniz. Sizin ilgileneceğiniz bir şeylerden söz ediliyor olabilir; ilgilenirsiniz.

Sonuç olarak elimizde her eve girebilen, teknik anlamda üstün nitelikli görsel ve işitsel mesajlar yaymaya imkan veren, hedef profilinin geneli için ucuz bir araç var. TV alıcısının ekmek gibi, su gibi bir ihtiyaca dönüştüğünü, ekonomik sınıfımız ne olursa olsun, TV alıcısı olmayan bir mesken düşünülemediğini biliyoruz... 


Artık mesele, enformasyonun kaynağından alınıp, hedefe ulaştırılmasındadır. Bu çok pahalı süreç, enformasyonun istendiği gibi biçimlendirilmesi; manipüle edilmesi ve bir ileti formunda yeniden üretilip yayılmasıyla, maliyetinin çok üzerinde yararlar sağlayabilen bir etkinlik olarak tamamlanacaktır.

Enformasyonun akış yönünü; iletişim sırasında yeniden üretilmesi sürecini, yani genel olarak 'enformasyonu' kontrol eden güç, enformasyon çağının gerçek gücüdür. 
İşin enformasyonun taşınmasına ilişkin yanını da böylece anmış olalım.

Söz edilmesi gereken üçüncü husus; televizyonun, izleyen birey açısından yarattığı etkidir. Bu konu, farklı izleyici profilleri açısından ayrı ayrı ele alınsa iyi olur. Çünkü, aynı ileti çocuk için başka, yetişkin için başka; kadın için başka, erkek için başka; Afgan için başka, Japon için başka anlamlar kazanabilir. 


Televizyon, bütün saydığım ve sayamadığım farklı izleyici tipleri açısından, etkili bir aynılaştırma aracıdır. İzleyicileri kültürel anlamda birbirine benzetme eğiliminde olur

Ama genel bir kanaatimi burada anayım: televizyon, bütün saydığım ve sayamadığım farklı izleyici tipleri açısından, etkili bir aynılaştırma aracıdır. İzleyicileri kültürel anlamda birbirine benzetme eğiliminde olur. Bu etkiyle ilgili kesin bir sav öne sürmek mümkün değil, tabi. Ama, özellikle ticari mesajları oluşturan kodların amacına ulaşabilmesi; o kodların, farklı izleyici tipleri açısından ortak anlamları olmasına bağlıdır. Bu ortaklık dilin, dolaylı olarak da kültürel anlamda farklı uçların yuvarlatılmasını gerektirir. Bu törpülenme süreci genellikle, gündelik hayatla örgülü yaşayan dil üzerinden yürür. Dil basitleştirilir; televizyon ekranından bazı kavramları -genellikle bir çoğunu birden- karşılaması için, yepyeni ve iğdiş sözcükler ilan edilir.

Önce dil aşınır.

Bir de televizyonun, bireyler arası ilişkiler ve birey psikolojisi üzerindeki etkilerinden söz etmek lazım.

Televizyon, ülke ve dünya ölçeğinde çok önemli bir sürü enformasyonu evimize getirdiği için; daha az önemli olan bireyler arası ilişkilere, giderek daha az zaman ayırmamıza neden olur. Daha az konuşuruz birbirimizle. İletişim çağının mucizevi buluşu; daha az iletişim kurmamıza neden olur, başka bir deyişle. 


Televizyon sayesinde, dünyayı tek tek bireyler olarak daha iyi anlayıp değerlendirir; böylece daha iyi kavrarız. Ama aynı nedenle birbirimizi daha az anlarız

Bob Geldof & David Bingham (One of my Turns - Pink Floyd)
Yine başka bir ifadeyle; televizyon sayesinde, dünyayı tek tek bireyler olarak daha iyi anlayıp değerlendirir; böylece daha iyi kavrarız. Ama aynı nedenle birbirimizi daha az anlarız. Ormanın ihtişamı altında, ağacı görememek gibi. Oysa bireyler olarak bize lazım olan, tek başına ağaçtır genellikle.

Bireyler olarak bir şey yapabiliriz: televizyonun bize önerdiği bakış açısını; bize önerdiği ve sunduğu, enformasyona -tek tek izleyiciler olarak- bakarkenki konumumuzu reddetmek; bize sunulan paketlenmiş ve standardize edilmiş, birkaç bireysel gerçeklik modelinden birini tercih etme zorunluluğuna karşı çıkmak... 


Kendi gerçekliğimi kendim tarif edebilirim
Hayır! Benim birilerinin önerdiği bireysel gerçeklik modellerinden birini kabullenmeye ihtiyacım yok. Kendi gerçekliğimi kendim tarif edebilirim. Kendi gerçekliğimi kendim tanımladığım sürece, kendi gerçekliğime en uygun kararları alma şansım artar. 

Bu masada, 30 saniyelik yayın için, bireysel gerçekliğimize yüzlerce buton dokunur...

Bu da beni daha mutlu ve içinde yaşadığım dünyayı da muhakkak daha güzel hale getirecektir.

Böyle yaparak, karşımıza çıkan iletilere ilişkin, kendi gerçeğimize daha uygun bakış açılarını seçebilir; gerçek hayatın içindeki, gerçek konumumuzu daha iyi algılayıp, değerlendirebiliriz. Kendi gerçeğimizi hatırlamak için, arada birbirimizin yüzüne bakmamızda yarar var.

29 Temmuz 2012 Pazar

Medya okuryazarlığı

Doz aşımı halinde keyfinize bakın!
Medya okur yazarlığı diye, medya metinlerinin hazır içeriğine güvenmeme ve metinlerin anlamıyla ilgili şüpheci bakış yöntemleri geliştirmeye denir.

Bilginin kitlelere iletilmesi sürecinde haberi kaynağından alıp bir metin halinde biçimlendiren ve hedef kitleye sunanlar, bilgiyi içinde bulundukları/parçası oldukları siyasi-ekonomik yapının çıkarı doğrultusunda manipüle eder veya etmez. 
Doktorunuza danışmadan kullanmayınız
Okuyucu, haber metinleri olarak karşısına gelen bilgiyi olduğu gibi alabilir. Ya da, olduğu gibi almayı reddederek, o bilginin ilintili olduğu taraflar arasındaki korelasyonları, bilginin sunuluş biçimi ve zamanlaması gibi çeşitli etkenleri değerlendirerek, aslında neler olup bittiğini kestirmeye çalışır.

İlk bakışta okuyucu, birey olarak çok yetersiz olan ve doğrudan olamayan bilgiye ulaşma aparatlarıyla, kontrolsüzce akan bilgi yağmuru karşısında oldukça aciz görünür. Bu çabası afaki ve boşuna bir çaba gibi görünse de edineceği sorgulayıcı-şüpheci tutumuyla -ve eşik bekçisi konumundaki kimi aydınların da yardımıyla- aslında neler olup bittiğine ilişkin fikir edinme şansına sahiptir.

Bu zihinsel araştırma faaliyeti çok zahmetli ve zaman alıcı bir çalışma olmakla beraber, sıradanlaşacak kadar tekrar edilirse giderek kolaylaşır ve bireyin dünyayı algılaması ve değerlendirmesi sürecinde büyük yarar sağlayabilir. 


Sarah Palin'in adaylığı konusunu hatırlarsınız.  O tarihten bu yana Palin'in adaylığını bir türlü anlamlandıramamışımdır. "Öyleyse!..." diye düşündüm; "Belki amaç Palin'in adaylığı falan değildi!" Böylece kafamdaki düğümler çözülüverdi. Palin, bir medya projesiydi. Gayet başarılı olmuş bir proje.
Amaç adaylık değildi. Birinin utanç verici demeçleri vermesi lazımdı.

Bu konuda uygulandığını bildiğim bazı bireysel yöntemleri sıralayayım: bir tanıdığım belli bir gazetenin yazdığı her şeyi, anlam itibarıyla tam tersi doğrultuda okuyarak bir sonuç elde edilebildiğini söylemişti. Farklı anlayışların pencerelerinden bakan birkaç gazeteyi, her gün okuyan; ya da aynı haberle ilgili televizyon metinlerini, aynı konudaki gazete metinleriyle karşılaştıran kimseler de tanıdım. Gene bir köşe yazarının veya başka bir kanaat önderinin olaylar hakkındaki değerlendirmelerine dayalı analizlerle, kendince çözüm bulan kimseler de biliyorum. 

Tam bağımsız mekanlarımızda bile...
Tabi, bu işi akademik düzeyde irdeleyen kimseler de var; bu kimseler olaya bilimsel yöntemlerle yaklaşıp, metinleri didik didik eder. Söylem çözümlemesi (discourse analysis) yapan bu uzmanlar, özenle seçilen tek bir sözcüğün cümle içinde nerede kullanıldığına; kullanıldığı yere göre hangi anlamı üstlenebildiğine varana kadar araştırırlar. 

Bu yöntemlerin halkın doğru bilgi ihtiyacını gidermek üzere herkese hizmet verebilmesinin önünde çok değişik ve devasa engeller var. Bu konuda bilim insanlarına çok büyük sorumluluklar düşüyor ama bunu böyle değerlendiren bilim insanı sayısı dünyada da çok az. Türkçe iletişim ve Türk medyası hakkındaysa, bu doğrultuda kaygılar edinmiş ve çaba harcamış hiç kimseyi -naçizane- bilmiyorum. (Türk Medyası'nın muteber etik kodlarının yazarının Aydın Doğan olduğunu; medya kuruluşlarının halen bu metne bağlılık sözleri verdiğini hatırlayıp, gerisini de hesap edin artık.)

Yaygınlaşmış medya okuryazarlığı; küresel güç dengelerini, tarihsel kökenlerini bir çırpıda sarsabilecek ve en derin noktalarına kadar tehdit edebilecek bir gelişme olurdu. Çünkü medya okuryazarlığı dediğimiz beceri, doğası gereği sorgulamayı ve şüphe etmeyi gerektiren bir etkinliktir. Dogmaların, kabullenişin, kaderciliğin, aynılığın, kitlesel iletişimin, sürü psikolojisinin, ortak iletişim kodlarının, reklamın, propagandanın ve statükonun tam karşısında yer alır.

Bugün Türkiye'de ilköğretim okullarına medya okuryazarlığı dersi konması tartışılıyor. Bu girişimin, son 10 yıldır ülkede süregelen derin paradigma kaymasının bir uzantısı olacağını düşünüyorum. İktidar, halka (yani seçmenine) 80 yıldır aynı jargonla konuşan medyayı başka türlü okumayı öğretmek istiyor. Kişisel olarak medya okuryazarlığı konusunda en ufak ilerlemenin bile cennet bahçelerini önümüze serebileceğine inanıyorum. Bu nedenle gülünç bile görünse, en küçük girişimi yürekten destekliyorum.

Okuyabilmek için, önce erişim!
Çünkü dünyada olup bitenleri takip etme ihtiyacı duymayan, dünyada birşeyler olup bittiğinden haberdar bile olmayan, milyarlarca insan yaşıyor ve hepimizin gündelik hayatını ve gelecekte neler yaşayacağımızı, bu insanların tercihleri belirlemeye devam ediyor.

Şöyle söyleyeyim; eğer elektriğin keşfi ve elektrik gücünün gündelik hayatımıza fayda vermesi hakkında konuşuyor olsaydık; henüz uçurtmalar salıp, yıldırımlar beklemeye başlamamıştık.

26 Temmuz 2012 Perşembe

Embedded journalism

Hiç bir şekilde 'İliştirilmiş Gazetecilik' demek değildir; 'Gömme Muhabirlik' demektir.

Herkes kendi işine 'bakıyor', herkes kendi işini yapıyor
Kavram, ilk kez İkinci Körfez Savaşı'nda kullanıldı. Olayın taraflarından birinin üssüne gömülmüş, oradan bakan gazeteci anlamına geliyor. Bu uygulama bir gazetecilik uygulaması değil. Hem teknik, hem de içerik itibarıyla tam bir manipülasyon uygulamasıdır. Amerikalı komutanların cepheden enformasyon geçmekle ilgili çözüm yolları ararken, tarihin sarı yaprakları arasında buldukları bir örnekten esinlendiklerini düşünüyorum.

Osmanlı, olayları kayıt altına alması için vakanüvis denen kimseler istihdam ederdi. Başka devletlerin de benzer görevliler çalıştırdığı olmuştur. Bunlar, savaş meydanına ve komuta merkezine yakın yerde konuşlanır ve olup biteni gözleyerek tarihi oluşturacak metinler kaleme alırdı. Bu metinlerin büyük ölçüde otosansüre maruz kaldığını düşünebiliriz. Gömme muhabirlik de aynı nitelikte ve işlevde bir meslektir.  


Konu hakkında, dünyada da çeşitli tartışmalar hala yapılagelir. Benim üzerinde durmak istediğim ve Türkiye'ye has bir detay ise; 'Embedded Journalism' kavramını ısrarla 'İliştirilmiş Gazetecilik' diye çevirmek; bu çeviri önerisine, denize düşenin yılana sarıldığı gibi sarılmak yalakalığıdır. 'Gömme Muhabir' ifadesinin aleni olumsuz tınısını engellemek için çaba harcandı resmen. 

Bunu yapanların başında, büyük gazetelerin genel yayın yönetmenleri ve editörleri ile özellikle sahada belli kurumlar için 'embedded journalist' sıfatıyla free-lance hizmet edebilme hayali kuran gazeteciler geldi.

Redhouse, Webster's, Oxford, Miriam Webster artık aklınıza ne gelirse, küçük bir tarama yapın. Embed fiili için Türkçe'de 'iliştirmek' karşılığını bulma ihtimaliniz yok. Bakın onun yerine hangi kavramlar sıralanıyor: "gömmek, kakmak, oturtmak, sokmak, içine katmak, yerleştirmek..." 

Muhabir için en önemli hususlardan biri, hedefteki kitleyi olayın olduğu yerde bulunduğuna inandırmaktır. Gömme muhabir için böyle bir sorun yoktur. Ne kadar orada olunabilirse, o kadar oradadır çünkü. Bir kere sıfatıyla önceden halleder bu ikna sorununu. Adı üstünde; 'gömme'dir, içindedir.

Nesnel bakışla ilgili bir sorunu da yoktur gömme muhabirin. Öyle bir iddiası yoktur çünkü. Farklı bir tarz sunar ve bu tarz, nesnellik iddiasında değildir. Tam tersine, içine gömüldüğü unsura hizmet için ve o unsurun bir parçası olmak üzere, oradadır. Irak İşgali sırasında yapılan yayınlarda, nesnellik iddiasının küçümsendiği de oldu. Bunun da yetmediği yerde, gazetecilerin kaldığı otel bombalandı, gazeteciler kurşunlandı.

Genel olarak Irak’ın işgaliyle ilişkilendirilmesine rağmen, bu tür gazeteciliğin örneklerine her zaman, her yerde rastlanır. Özellikle branş uzmanlığı geliştirmiş gazetecilerin sürekli ilişki içinde olduğu haber kaynağıyla (bilhassa kurumsal haber kaynaklarıyla) özdeşleşmesi süreci denen, vicdani ve ahlaki açıdan son derece çirkin ve tehlikeli bir süreç sonunda gerçekleşir. 


Gazetecilik misyonu devrede: "Duygu ve düşüncelerinizi alabilir miyiz?"

Gazeteci, önceleri harici bir bakışla yaklaştığı haber kaynağının, giderek bir parçası haline gelir. Onun bakış açısını benimser, zaman içinde onu beslemeye başlar. Amerikan ordusunun yaptığı, bu süreci sistematik hale getirmek olmuştur.

24 Temmuz 2012 Salı

Koşu

Dörtnala koşan atlıların yanında, yarışı yayan sürdüren biri gibi oldum hep. Bakardım koşanlara.

Tamam, yol boyu gördüklerinin ruhunu yakalamaya zamanın olur böylece; ama senden çok önce geçenler her şeyi analiz etmiş; işlevleri, görüntüleri, öyküleri çoktan terennüm etmişlerdir. Onlar terennüm ederken, sen bu terennümlerin aksini duyarsın; çok çiğ ve itici gelse de.

Güncel, bugün her şeyden daha önemli. Yeni olmalıdır. Bu nedenle senin olgunlaştırıp, şekillendirdiğin ve değer kazandırdığın algıların, birçok kimse için bayatlamış hale gelir. 

Zannediyorum bir TV filmiydi, çok zaman geçti; ahşap çiviyle, demir çivi hikayesi çok bildik değildir. Anlatayım;

“Eski zamanlarda bir gün, bir nehir kıyısında oğlu ve karısıyla yaşayan bir adam varmış. Oğlu, on yaşında kadarmış ve anne ağır işlerde çalışmasını istemezmiş. Adam da kaba saba yapısı ve karakteriyle, oğlunu kıskanırmış. Hem kendisi böyle özen görmediği için, hem de karısının ilgisini paylaştığı için. Bir yandan da sağlam bir erkek olmanın yolunun, ağır işlere alışık olmaktan geçtiğine inanırmış.

İki koyunları varmış. Tavuklar falan. Her yıl, nehirden kalabalık sürüsünü geçiren bir sürü sahibi, o yıl dönüş yolundayken, adama demiş ki, 'Eğer buraya bir küçük köprü yaparsan, ben koyunlarımı çok daha kısa sürede karşıya geçiririm. Böylece zaman kazanır ve daha iyi bir pazarlıkla satarım. Daha iyi kazanırım. Üstelik çiftliğime daha önce döner, yine daha çok kazanma şansını elde ederim. Köprü yaparsan, bu kazançtan sana da pay veririm. Daha çok koyunun olur, karına yeni bir elbise alır, oğluna da bir at alabilirsin!'

Adam, o gün işe koyulmuş. Çünkü, bu işi kendisi ve becerebilirse oğlu, birlikte yapacaklarmış. Bir yıl boyunca, hesaplar yapılmış, keresteler hazırlanmış, temel kazıkları çakılmış, hummalı bir çabayla ve yine hummalı düşlerle aylar geçmiş. Çalışmaları boyunca çocuğa kötü de davrandığı olmuş. Anne ile baba, zaman zaman tartışmışlar bu nedenle. Anne bir keresinde oğlunu eve kapatıp yollamamış çalışmaya.

Sonra, sürü sahibinin nehirden geçmesine iki gün kalmış. Ama adam ve oğlu, sürünün geçeceği zeminin tahtalarını henüz çakmamışlar. Çünkü adam, ille de ahşap çivi kullanmak taraftarıymış ve dediği de dedikmiş. Oğul, ellerinde bulunan demir çivilerle işi bir günde bitirebileceklerini, ahşap çivinin bir tekini üretmek için bile üç saat harcadıklarını söyleyip durmuş, boşu boşuna! Adamsa, ahşabın ‘canlı’ olduğunu; demir gibi kısa ömürlü olmadığını; bir şeyi sağlam ve canlı kılmak için sabır ve sebat gerektiğini; köprünün tahtalarının demir çivileri çok yakında tükürüp atacağını; oysa ahşap çivileri kucaklayıp sımsıkı saracağını ve kendisi çürümeden asla bırakmayacağını söylemiş.

Metal çivi
Sonunda sürü sahibinin nehirden geçeceği gün gelmiş, çatmış. Ve çocuk babasına demiş ki, 'Baba! Şimdi, köprüyü demir çivilerle tamamlayacağız! Sürü sahibi geçecek. Biz koyunlarımızı alacağız ve sonra da demir çivileri söküp, ahşap çivileri çakacağız. Böylece, köprüyü sağlam ve zamanında tamamlamış olacağız!'

 Adam, 'Olur' demiş. 'Olur'....”

                   ***

Hikayenin sonunda, sürü sahibi geçiyor, adam ve ailesi biraz daha refaha eriyor, falan filan; bitiyor. 

Ahşap çivi

Şimdi, adam oğlunun ve aslında daha çok şartların dayattığını kabul etmek zorunda kaldı ya! 

Ama nasıl çaksın o ahşap çivileri demir çivilerden kalan gediklere, be! 

'Olur' derkenki iç sızısının yerine ne koysun, onu ordan alıp da! 

Onu nasıl alacak oradan!?...

Yenilmiştir, ve artık dizginleri oğula bırakacaktır. 

Çaresizlik, kayda değer elemlerdendir ve değişen dünya karşısındaki çaresizliği, değişim karşısındaki uyum yetersizliğinden kaynaklanan elemi, kimse onaramaz. 

Bazen siz göçmen değilsinizdir de, etrafınızdaki dünya göçmüş başka bir yerlere gitmiştir ve sizi yabancı bir alemde, yapayalnız bırakmıştır... 

Loka

—Anlatılanı dinlemelisin. Bu biraz, çığırından taşan ırmak gibidir. Dinlemediğin her hikâye, tutamadığın ve sen tutamadıkça akıp gidecek; ziyan olacak tanrısal bir değerdir. Hikâyelerin içinde sen varsın. Çağlar önce yaşanmış; asırlar öncesinden beri anlatıla gelen hikâyelerde bile kendi özünden zerreler bulursun. Böylece seni, senden başka olanlarla bağlamanın imkânını bulursun. Bu da kalbini zenginleştirmene yardımcı olur. Zenginlik iyidir. Çıkmaza düştüğünde, seçme şansını artırır.

—Sizi dinliyordum efendim!
Kadim anlatıcı, Dede Korkut

—Öyle mi? Öyleyse tamamdır. Anlatmaya devam edeyim. Nerede kalmıştık? Ha! Evet! Loka’nın yolculuğundan söz ediyorduk. Aylar süren yolculuğunda dağların soğuk zirvelerinden aşmış; hiçbir canlının yürümediği dibi karanlık ormanlardan geçmiş; defalarca azgın sularla boğuşmuştu. Karşısına çıkan zorluklara rağmen, tabiat bir şekilde kendisini aç bırakmadığı için mutluydu. Üzerinde yürüdüğü toprak öylesine bereketliydi ki, küçük bir zahmetle her gün karnını doyurabiliyordu…

Beni dinliyor musun?

—Sizi dinliyorum efendim. Sürekli bunu sorup duruyorsunuz. Dinlemiyor gibi mi görünüyorum?

—Yo! Hayır. Sadece, dinleyip dinlemediğini anlayamıyorum. Belki dinlediğine dair küçük işaretler verebilirsin bana…

Arada sırada.

—Olur tabi. Ne gibi işaretler?

—Sesli işaretler. Ne bileyim! Belki ara sıra sorular sorarsın! Bu işe yarar sanıyorum.

—Aslında sık sık sorular geliyor aklıma. Ama sözünüzü kesmek istemedim. Mesela Loka, yolculuğu sırasında yanında neler taşıyordu? Bunu çok merak ediyorum. Aletleri var mıydı? Vardıysa, bizler için tanıdık aletler miydi? Bunları bilmemin, Loka’nın yaptıklarını anlamama yardım edeceğini düşünüyorum. Loka’yı anlamak istiyorum. Hikâye, başlangıçta Loka’nın bu zorlu yolculuğa neden başladığını anlatmıyor. Yolculuk nedenini söylemiyorsa, bunun bir nedeni olmalı diye, doğrudan yolculuk gerekçesini sormuyorum. Hikâye ilerledikçe bunu kendim kestirebilmek istiyorum.

—…

—Var mıydı?!?

—Ne, var mıydı?

—Aletleri! Aletleri var mıydı?

—İyi de, Aynı şey değil mi! Loka’nın yolculuk gerekçesini ne diye sormuyorsan, bunları da o yüzden, sormamalısın! Bak ne diyeceğim; bu soru sorma işinden vazgeçtim. Başka bir yol bulmalısın. Öte yandan, aletleri olup olmadığını merak ediyorsun, çünkü aslında hikâyemden kendince yeni bir hikâye yaratmak peşindesin. Derdin Loka’yı anlamak değil; Loka’nın başına gelenleri, kendince ve kolayca aklının sınırlarına sığdırabilmenin derdindesin! Bunu yapabilmen için gerekli malzemeyi hazırlayıp sana sunmamı bekliyorsun! Oysa isterdim ki, sadece benim hikâyemi dinleyesin! Daha ben anlatırken, hikâyeyi sahipleniyorsun ve onu kendince yönlendirmenin peşine düşüyorsun! Bu benim hikâyem. Bırak da anlatayım! Sadece dinlemek, çok mu zor geliyor? Ya da sıkıcı?!? Söylesene: hikâyemde olup biteni kolayca anlamlandırabilseydin, onu benim anlatmama gerek olur muydu? Sen onu zaten bilirdin! Önemli olan, dinlediğinde gerçekten şaşırtıcı olabilen hikâyeler; akıl erdirmekte zorluk çekeceğin hikâyelerdir!

—…

—Neyse. Bu tutumun en azından kendini Loka’yla özdeşleştirebildiğini gösterir. Bu önemli. Benim için önemli.

Evet! Ne diyordum? Bereketli topraklar. Büyük gölün doğu kıyısında yaşayan kabile, çevrede kendiliğinden yetişen çeşitli bitkilerle ve gölün tatlı suyunda yaşayan sayısız balık çeşidiyle kolayca beslenebiliyordu. Çocuklar kısa sürede serpilip gelişiyor; açlık ve tek yönlü beslenme gibi sorunlar yaşamadan yetişiyorlardı. Zorlu av yolculuklarına yılda sadece bir kez; ilkyaz çiçekleri solarken çıkıyorlardı. Bu av yolculuğu onlar için bir gelenekten öte değildi. Birkaç büyük hayvan avlanır; av dönüşü bir seferde törenle pişirilip, tüketilirdi. Geleneksel av partisi dışında avlandıkları da oluyordu. Ama bu tasvip edilen bir şey değildi. Yaşlılar atalarından dinledikleri ve zihinlerinde derin izler bırakan büyük göçü hala anlatıp duruyorlardı. Avlanmak, acımasız koşullar altında yaşanan o büyük göçü hatırlatan bir etkinlikti. Yetişkin birinin avlanması açıkça garipsenirdi. Yeniyetme gençlerin deri, sırım gibi ihtiyaçlar için avlanması hoş görülürdü. Bu durumda bile öldürülen hayvan sayısının olabildiğince az olması istenirdi. Bir dağlı kabile üyesinin ancak rüyalarında görebileceği zenginlikteki bu geniş avlak; onlar için avlak değildi. Sakınılacak bir cevher gibiydi. 

(Blaenau Ffestiniog, Gwynedd, N. Wales - Ft: Eray Güner)

















Bu durumun nedenlerinden biri de yürüyen, ağzı burnu olan hayvanları, uzak akrabalar gibi görmeleriydi. Evet, aslında hepsi aynı kökten gelen insanlardı. Kiminin dişleri farklı biçimde gelişmiş; kimi yürürken ellerini de kullanmayı seçmişti. Avlakta her birinin kendine göre avantajları vardı. Bir dağ aslanı, kavgada en üstündü ama üremek söz konusu olduğunda, kavgada kaçmaktan başka beceri gösteremeyen tavşanlarla boy ölçüşemezdi. Üstelik aslan yavruları bir yaşına gelene kadar uysal bir koyundan çok farklı değildi………. 

 —….........

22 Temmuz 2012 Pazar

Manipülasyondan paradigmaya


Eskimiş paradigmayı tahtından etmek üzere isyan etmek ve yerleştiği tahttan inmemek için direnmek, toplumsal paradigmanın doğasıdır. Paradigma, yeni doğrular bulduğu savıyla gelir; varlığını baki kılmanın koşullarını oluşturur ve toplumun üzerine çöker. Bu zafer anında ne kadar kabul görürse, hayatın o kadar çok alanında kendi kurumlarını oluşturma imkanı bulur. Paradigma bürokrasidir. Şablonlar silsilesidir, tabuların kütüphanesidir. Hakim paradigmanın kurduğu sistem ne kadar güçlüyse, müsaade etmediği bakış ve yaklaşımlar da o kadar dışlanır, ötelenir. 

Çok iddialı görünen bu başlık altında anlatacaklarım, bu iki kavramla ilgili geniş bir çalışmanın sonucu değil. Niyetim sadece, manipülasyon ve paradigma kavramlarının birbiriyle nasıl ilişkilendiğine dair tartışmaktır.

“Bilginin Manipülasyonu” başlıklı önceki metinde manipülasyon kavramı için şu tanımı getirdim: manipülasyon kaynağında elde edilen bilgiyi (enformasyon) belirli bir amaç doğrultusunda yeni bir forma büründürme; yani kaynaktaki saf halinden farklı bir işlev kazanmasını sağlama ve bilginin bu yeni halini yayma işlemidir.

Kameranın paradigması neyi gösterir?
Esas olan, bu tanımdan yola çıkarak manipülasyon işleminin kamuoyu oluşturma yolunda nasıl ve ne kadar etki edebileceği sorusudur. Bir başka deyişle amacım, manipülasyon olgusunun paradigma kavramıyla olan ilişkisine değinmek; belki ulaştığım bazı sonuçları duyurmak ve daha çok konumuzla ilgili sorular üretmektir. Önce paradigma kavramı üzerinde biraz durmayı istiyorum.

Paradigma, hakkında uzun süre kafa yormuş sosyologların bile birbirinden çok farklı tanımlar getirdiği bir kavram. Paradigma sözünü ilk kez kullanan sosyolog Thomas Kuhn, toplumsal devrimleri incelediği yapıtında kavram için 11 farklı tanım getirmiş. Aynı kavrama farklı tanımlamalar getirmek, kafa karıştırıcı gibi görünüyor. Ama bana kalırsa, bir kavramın tanımından çok emin olamama hali; sosyal bilimlerin esnek paradigmaları çerçevesinde ve sürekli dalgalanan zemini üzerinde, ancak bilimsel olma çabasına dayanan bir yaklaşımdan kaynaklanıyor olabilir.

Paradigma, en kestirme anlatımla, belli bir dönem için olayları ve olguları değerlendirme sürecinde; bireylerin veya toplulukların bakışını belirleyen  değerler ve anlayışlar bütünü; bir bakış açısı; bir çerçeve önerisidir

Tanımla ilgili ayrıntılar üzerinde fazla durmadan, sözünü ettiğim birçok farklı tanım arasından; bizim bağlamımıza en çok uyan tanımı kullanacağım: Paradigma, en kestirme anlatımla, belli bir dönem için olayları ve olguları değerlendirme sürecinde; bireylerin veya toplulukların bakışını belirleyen  değerler ve anlayışlar bütünü; bir bakış açısı; bir çerçeve önerisidir.

Burada kavramın tanımı yanında, başka niteliklerine de özel vurgular yapmak gerekiyor. Önce şu ayrımı ortaya koyalım: ‘bireylerin veya toplulukların’ diyerek iki ayrı noktayı vurgulamış oldum. Yani toplumsal paradigmalardan ve bireysel paradigmalardan söz etmek mümkün.

Bireysel paradigma; bireyin kişisel deneyimi üzerinde temellenen ve olay ve olguları değerlendirme sürecinde başat rol üstlenen değerler ve anlayışlar bütünü; genel bakış açısıdır. Çevremizde olup biteni, paradigmamızın çerçevelediği ve bir anlamda sınırladığı pencereden bakarak değerlendiririz. Hayattan beklentilerimiz; görgü ve eğitimimiz; içinde bulunduğumuz çevrenin baskısı; sosyal, siyasal ve ekonomik ortam bireysel paradigmamızın çerçevesini belirler. Bu paradigma da davranış ve kararlarımızı belirler. Bireysel paradigma, özellikle belli bir yaştan sonra bir alışkanlıklar bütünü haline gelir. Belli bazı durumlar karşısında takınacağımız tavrın bilinen ve beklenen doğrultuda gerçekleşmesini; mekanikleşmiş hal ve tavırlar geliştirmemizi sağlar. Bu açıdan, o tutumumuzun doğru olmadığını gösteren ilk tecrübeye kadar, belli bir süre güvenlidir. Bir örnekle tanımı desteklemeye çalışayım.

Pencereden bakarken, tanımadığımız bir insanın sevdiğimiz birine sert jestler ve el kol hareketleriyle bir şeyler söylediğini gördüğümüzü düşünelim. İlk aklımıza gelecek şey genellikle bir tartışma olduğudur ve olasılıkla, sevdiğimiz kimsenin sözlü tacize maruz kaldığına hükmederiz. Ve belki müdahale etmek üzere pencereyi açarız. Diyelim ki, pencereyi açıp gerçekleşmekte olan sahnenin seslerini de duymaya başladık. Ve gördük ki, olup biten aslında bir tartışma değil. El kol hareketleri yapan kişi, aslında daha önce gerçekleşmiş hararetli bir olayı canlandırmaya çalışıyor. Yani bir hikaye anlatıyor. Olayla ilgili bütün değerlendirmelerimiz birdenbire değişir. Çünkü artık daha çok bilgi sahibiyizdir. Olay aynı olaydır. Hiçbir değişiklik olmamıştır. Ancak yargılama yaparken kullandığımız enformasyon değişmiştir. Paradigmamız değişmiştir. Buradan şu sonuca varmak artık kolay: Olup bitene dair edindiğimiz bilgi arttıkça, bizim olaylar karşısındaki tutum ve davranışlarımız da değişir. Ulaştığım sonucu biraz daha zorlayarak şunu da söyleyebilirim: manipüle edilmediyseniz, bu değişim muhtemelen olumlu bir değişim olacaktır.

Bilgeliğin genel olarak sabır, sükunet ve ağırbaşlılıkla ilişkilendirilmesi geliyor aklıma.

Bilgi sahibi olmak paradigmalarımızda kaymalara neden olur. Bilgimiz arttıkça paradigmalarımızla beraber benliğimiz, karakterimiz de değişir. Peki, sürekli değişen bir kişilik düşüncesi tedirgin edici değil midir? Bana göre öyledir.

Bu noktada sorabileceğimiz sorulardan biri şu: çevremizin baskısı ve hayatın zorlamalarıyla oluşan paradigmaların güvenli çerçevesi içinde kalmak mı yeğdir? Yoksa sınırlarını giderek daha geniş alanlara doğru ittirdiğimiz bir anlayış ve paradigmalardan olabildiğince bağımsız bir bakış edinmek, daha mı iyidir?

Peki paradigmalardan bağımsız kalmak mümkün müdür?

Meselenin diğer yanında ele aldığımız toplumsal paradigma kavramıysa; o topluluk içinde genel kabul görmüş, geçerli kabul edilmiş her türlü değer ve anlayışın; toplumsal algılama ve değerlendirme eğilimlerinin bütünüdür. Bir toplumda, genellikle tek bir hakim paradigmadan söz edilir. Yani o toplumun genel değerlendirme alışkanlıkları; her türlü sosyal, ekonomik ve siyasi olay ve olguyu anlayıp, değerlendirirken kullanılan genel görüşler ve yönelimleri işaret eder.

Devrimler, paradigmaların değişmesi olayıdır. Değişen koşullar doğrultusunda giderek güçlenen bir paradigma; hükmünü kaybeden paradigmanın yerini almak üzere yeni çerçeveler ve bakış açıları getirir, eskisinin yerine koyar

İster bireysel, ister toplumsal paradigma olsun; mutlaka belirli bir döneme aittirler. Toplumsal hayatta veya birey hayatında çeşitli nedenlerle meydana gelen bir takım kırılma noktaları yaşanır. Devrim niteliğindeki bu kırılmalar,  hakim paradigmanın yıkılmasına ve yerine yeni birinin hakim olmasına neden olur. Ya da şöyle demek mümkün: devrimler, paradigmaların değişmesi olayıdır. Değişen koşullar doğrultusunda giderek güçlenen bir paradigma; hükmünü kaybeden paradigmanın yerini almak üzere yeni çerçeveler ve bakış açıları getirir, eskisinin yerine koyar. Artık olup bitenler bu yeni bakış açısıyla değerlendirilecektir.

Eskimiş paradigmayı tahtından etmek üzere isyan etmek ve yerleştiği tahttan inmemek için direnmek, toplumsal paradigmanın doğasıdır. Yeni doğrular bulduğu savıyla gelir; varlığını baki kılmanın koşullarını oluşturur ve toplumun üzerine çöker. Bu zafer anında ne kadar kabul görürse, hayatın o kadar çok alanında kendi kurumlarını oluşturma imkanı bulur. Paradigma bürokrasidir. Şablonlar silsilesidir, tabuların kütüphanesidir. Hakim paradigmanın kurduğu sistem ne kadar güçlüyse, müsaade etmediği bakış ve yaklaşımlar da o kadar dışlanır, ötelenir.

İlle bir örnek vermek gerekmiyor. Bizlerin de herhangi bir mekanda, alenen eleştiremeyeceğimiz görüşler, akımlar ya da kimseler olup olmadığını bir an düşünelim. Paradigmanın kendine özgü idolleri, kendine özgü tabularla korunur.

Yüzyılın başında, üzerinde yaşadığımız topraklarda, üstyapı baskısıyla gerçekleştirilmiş paradigma kaymasının açık bir örneği yaşandı.

Kulluk, saltanat ve emperyal yayılmacılık üçlemesi üstüne kurulu imparatorluk paradigması, miadını doldurduğunda bugün cumhuriyet kadroları dediğimiz yenilikçi çevrelerin geliştirdiği paradigma, 19’uncu yüzyılın sonlarında hakimiyetini kurmaya başladı. Bu süreci hepimiz biliyoruz. Burada işaret etmek istediğim şey, yeni paradigmanın temsilcilerinin, hükmetmeye başlar başlamaz paradigmaya aykırı unsurları, getirdikleri yeni anlayış bağlamında dönüştürme, değilse rasyonelleştirme çabasına girmesidir. Bu çaba, aykırı unsurlar sözüyle özetlediğim muhalif yapılara ait kavram ve değerleri manipüle etme; bunların içeriğini değiştirme yoluyla yapılır.

Manipülasyon faaliyetlerinin zamana yayılan ve yavaş ilerleyen bir süreci gerektirdiğini vurgulamak gerek. Oysa devrim ertesinde, yeni paradigmanın kendini korumaya yönelik kurumları oluşturması için yeterli zaman olmayabilir. Bu durumda yeni paradigmanın temsilcileri ne kadar aceleciyse, kurumsallaşma o kadar hızlı ve kıyım da o kadar acı verici olur.

Mao Tse Tung
Burada Mao Tse Tung’dan bir alıntı yapmak istiyorum:

“Devrim, sosyal bir akşam yemeği değildir. Entelektüel bir olay; sanatsal bir eskiz veya bir oya işlemesi de değildir. Nezaket ve itinayla yapılamaz. Devrim bir şiddet hareketidir.”

Huzur ve mutluluk sağlama vaadiyle yeni paradigmalar öneren önderler, kendilerine ait kurumları oluşturduktan sonra, paradigmanın direncini arttırmaya yönelik bir dizi etkinlik içinde olur. İşte manipülasyon kavramının paradigmayla ilişkisi bu aşamada belirginleşir. Paradigmanın, kendi varlığını tehdit altına düşürecek aykırı hal, durum ve unsurlar karşısındaki direncini arttırmanın; o paradigmaya aykırı hal ve durumları rasyonelleştirmenin yollarından biri, en önemlisi, manipülasyon faaliyetleridir. Manipülasyon faaliyetlerini şu üç kavramla özetlemeye çalışacağım: ajitasyon (kışkırtma), provokasyon (kalabalıklarda korku duygusunu açığa çıkarmaya yönelik, planlı eylem) ve kavramların içini boşaltmak için; slogan.

"Tek millet, tek imparatorluk, tek lider"
Paradigma kendine özgü bakış ve anlayış şablonları ile sloganlar üretir. Giderek, toplumun geniş kesimlerini ilgilendiren sorunlar için sloganlar yoluyla açılımlar sunar. Sloganlar içerik açısından basit ve doğru, akılda kalıcı ve rahatsız edici ölçüde rasyonel (!) yargılardır. Çok kimse, sloganla tanıştığında meselenin gerçek açılımını bulduğuna kanaat getirir. (örn. “Türkiye Türklerindir!”)  Basit ve doğru... (!)

Sloganların ilginç bir başka özelliği de istemsizce tekrarlanabilir olmalarıdır. Bir çoğunun ezgisi veya en azından bir ritmi vardır ve bazen kendimizi aklımız başka yerde olmasına rağmen bir sloganı tekrar edip dururken yakalayıveririz. Sloganlar, sorunları çözmez; sorunun kaynağını işaret eden; hazırlanıp, paketlenmiş cevaplar sunar. Hiçbir sıkıntıyı çözüme götürmez ve ama kitlelerin heyecan ve hezeyanlarını kışkırtarak; içlerinde biriken öfkeyi yönlendirir; sosyal-siyasal öfkeyi manipüle eder.

Bu sayede; mesela, yoksulluk ve sefaletten şikayet etmesi beklenen; pek çoğu birbirinden farklı etnik kökene sahip milyonlar, toplumun bütün bireylerinin aynı etnik kökenden olmadığından şikayet etmeye başlar. Yine bu sayede, örneğin ülkedeki kötüye gidişin sorumlularıyla, milyonların gurur duyması sağlanabilir. "Türkiye kimlerle gurur duyuyor veya duyuyordu", hatırlayın...

Metnin başından beri kavramı olumsuzlayıp duruyorum ama, insan hayatında paradigmanın yokluğu düşünülemez. Devrimler, eskisinin yerine yenisini koyar. Ama bu durum; paradigmanın statükoya dair ve onunla yekvücut  bir kavram olduğu gerçeğini de değiştirmez. Yani kanımca, her devrim; kendi hükümdarlığını kurma yolunda çabalarken; özgün paradigmasını ortaya koyar ve eski paradigmanın: yani düşmanının, yerine geçer. Paradigma statükodur.

Devrimci Robespierre, kendine ait paradigmasının giyotinine gidiyor...
Dolayısıyla, paradigmanın kendisi değilse bile; benimsediği paradigmanın ellerinden kayıp gidebileceğini kabullenemeyen kimseler batıldır.

Bunlar üzerinde durduktan sonra, ülkemizde son dönemde yaşanan ve mutlak surette çok acı verici olan bazı gelişmeleri, konumuz açısından son derece elverişli örnekler sunması hasebiyle hatırlamak istiyorum.

Avrupa Birliği'ne üyelik süreciyle birlikte, Türkiye Cumhuriyeti'nde uzun süredir (bana göre 1946'dan beri) hakimiyetini sürdüren paradigma, özellikle 1983 seçimlerini takiben başlayan süreçle, güvenilir kalelerini yavaş yavaş ama kesin bir şekilde yitirmeye başladı. Bu tarihe kadar şenlikli hükümdarlığını sorumsuzca sürmüş ve ülkede hakim tek paradigma olmanın tadını çıkarmıştı. 

Cemil Meriç
 Ancak 1983 seçimleriyle başlayan yeni süreç; kamuoyunda engellenemez bir bakış açısı değişikliğini; bir paradigma kayması sürecini tetikledi. Hakim paradigma ile yeni paradigma arasındaki şiddetli sürtüşme yüzeyde Avrupa Birliği'ne üyelik süreci etrafında; derinlerdeyse, hakim paradigmadan beslenen çevreler ve bu hakimiyete son vermek isteyen çevrelerin çıkarları odağında devam ediyor.

Burada ilginç olan, yepyeni bir bakış açısı ve toplumun önünde yeni açılımlar öneren tarafın, kendini devrimci ve ilerici sıfatlarıyla etiketleyen hakim  paradigmanın önderleri değil; yine hakim paradigma tarafından gerici ve muhafazakar sıfatlarıyla etiketlenen çevrelerin olmasıdır.

İdris Küçükömer
Bu noktada İdris Küçükömer'i ve Cemil Meriç'i hatırlamak mümkün. Toplumsal paradigmaların önerilerine rağbet etmeyen bu iki sessiz düşünür; ne sağda ne solda yeterince itibar görmüş: ama işaret etmeye çalıştığım bugünkü paradigmalar savaşını ve savaşın taraflarının kimlerden oluşacağını, yıllar öncesinden öngörmüşlerdi. Öngörüleri, paradigmalar arasındaki sürtüşmenin iyice kızıştığı bugünlerde, hala hiçbir tarafta itibar görmüyor. Dönüp bakan yok.

Hakim paradigmanın mücadeleyi kazanıp kazanmayacağını bilemeyiz. Ancak sonuç ne olursa olsun; hükmeden paradigma ya kendisini yenilemek zorunda kalacak; ya da tahtını kaybedecek. Her durumda yeni bir paradigma söz konusu olacak. Yeni paradigma, kullanageldiğimiz kavramların içini kendince doldurup içeriklerini yenileyecek; yeni bakış açıları sunacak. Getirdiği yeni anlayışın genel kabul görmesi sürecinde manipülasyon kampanyaları düzenleyecek ve eskimiş kavramlarımızı cilalayıp, yepyeni formlarda kullanıma sokacak. 

Sözcüklerimizin evrildiğini, anlamlarının değiştiğini göreceğiz. Örneklerini hepimiz biliriz. Bunlar arasında bazı etik değerleri anlatan sözcüklerin geçirdiği içerik erozyonu can acıtıcı örneklerdir. Kavramların manipülasyonuna dair akıl almaz bir cüretten beslenen çok çarpıcı birkaç tanesi Nazi Almanyasından hatırladığımız sloganlardır: “Freiheit ist Sklaverei” (Özgürlük, köleliktir), Lüge ist Wahrheit (Yalan doğrudur), Ignoranz ist Stärke (Cehalet güçtür) ve “Krieg ist Frieden” (Savaş, barıştır). 'Akıl almaz!' diyorum ama paradigmaları, onların sunduğu yaklaşımları ve önerdiği sloganları aklın alması gerekmiyor. Bu tecrübeler yaşanmış. 

Burada anmadığım, sosyal paradigmalar dışında kalan ve bilim çevrelerinde etkili olan –hakim olan demek istemiyorum- paradigmalardan da söz edilir. Bilimsel paradigmalar, o alanda çalışan bilim insanlarının konuya nasıl bir pencereden yaklaşacağına dair çerçeveler çizer. 

Vardığım sonuç şudur: bilim gelişebilmekteyse, cesur bilim insanlarının kendi bakışlarını çevreleyen çerçevelere mutlak bir güven duymuyor olmalarındandır. 

Milos Forman'ın 'Amadeus' adlı filminde Murray Abraham, Salieri rolünde
Aynı şey, sanat için de geçerli olabilir. Amadeus adlı filmi izlemiş olanlarınız hatırlar. Gerçek hikayenin filmle ne kadar örtüştüğü tartışılır belki, bilemiyorum. Ancak filmde dönemin ‘müzik insanı’ paradigmasının esiri olmuş başarısız Salieri karakteriyle; sürekli geliştirdiği kendi paradigmasına inanan Mozart karakterinin çatışması canlandırılır.

Şüphe etmeliyiz.